28 Mayıs 2010 Cuma

Küreselleşme ve Sosyal Politika

KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE SOSYAL DEVLET VE

SOSYAL HİZMETLERİN GÖRÜNÜMÜ

Kamil ALPTEKİN
(H.Ü. S.B.E. Sosyal Hizmet AD Doktora Öğrencisi)
ÖZET

Yüzü, toplumun ortalama yaşayış düzeyinin gerisinde kalan bireylere dönük olan, kendisini sosyal sorunlara adamış “sosyal hizmet”in yeni bir meslek ve disiplin olarak ortaya çıkışı ile sosyal devlet modelinin ortaya çıkışı eş zamanlıdır. Birlikte geçirilen süre içerisinde görülmüştür ki; sosyal devlet, sosyal hizmetin politik ve ekonomik dayanağını oluşturmuş, sosyal hizmet de sosyal devletin ödevlerini yerine getirmede önemli görevler üstlenmiştir.

Friedman ve Hayek gibi teorisyenlerin henüz 1950’li yıllarda dillendirdiği neoliberal politikaların küreselleşme sürecinde hayata geçirilmesiyle sosyal devlet anlayışındaki değişimlerin, sosyal hizmeti de etkileyeceği bir gerçektir. Ancak konu ülkemiz açısından ele alındığında küçülme talebinin varlığına karşılık, sosyal-kültürel, siyasal ve ekonomik şartların olgunlaşmadığı günümüzde sosyal devlet anlayışının terkedilemeyeceği, bu bağlamda sosyal hizmetin de sosyal devletin sözcülüğünü yapmaya devam edeceğini söylemek hiç de zor olmayacaktır.

Anahtar Kelimeler: Sosyal devlet, sosyal hizmet, küreselleşme, neo liberal politikalar



GİRİŞ

Enformasyon teknolojilerinin alt-yapısındaki bugüne kadar hiç görülmemiş bir atılımla, elektronik ve finans alanındaki hizmetlerin giderek yaşantımızı daha çok etkilediği dünyamız; ekonomide, siyasette, yönetim alanında, bilgi, eğlence ve iletişim alanlarında inanılmaz hızlı bir değişim trendi içinde bulunuyor.

Kimilerine göre dünyanın bugünkü tablosu küresel bir “köy”ü (village) andırmakta, kimilerine göre ise sanıldığının aksine küresel bir yağmaya (pillage) dönüşmektedir. Ortaya çıkan bu tablonun gelişme ve refahın eşit bir şekilde her tarafa yayıldığını anımsatan “küre”den (globe) ziyade, az sayıda belli bölgelerde toplandığını gösteren “pramit”e (pyramid) benzediğini düşünenlerin sayısı hiç de az değildir.

Kapitalist ülkelerin ürettikleri mal ve hizmetlerin tüm dünyayı coğrafi sınır tanımadan dolaşması ve bu sayede dünya ekonomisinin bütünleşmesini hedefleyen, temel felsefesini neo-liberal düşüncelerin belirlediği ve genel bir deyişle “küreselleşme” (globalization) olarak adlandırılan çok yönlü bu değişimler; en büyük örgüt olan devlet’den, en küçük örgüt olan aile’ye varıncaya kadar mevcut toplumsal kurumları da tepeden tırnağa değişime zorlamaktadır. Nitekim Sezen (1999:60)’in de belirttiği gibi küreselleşme sonucu;

1. Coğrafi sınırlar artık devletleri birbirinden ayıran bir öğe olmaktan çıkmıştır.

2. Küresel toplumu (yani bütün toplumları) kuşatan tek bir ekonomik sistem söz konusudur o da serbest piyasa ekonomisidir.

3. Ulusal değerlere dayalı, içe dönük kalkınma dönemi sona ermiştir.

4. Bu süreçte ulus devletin tanımlayıcı özellikleri bulanıklaşmış ve zayıflamıştır.

Gerçekten de hayli mesafe alınan küreselleşme sürecinde, bugün dünya ekonomisine yön veren çokuluslu şirketlerin dayattığı neo-liberal politikaların öngördüğü en köklü değişim “devlet” üzerine olanıdır. Kapitalizmin küreselleştirdiği dünyada yeni düzenini kurmak ve sağlamlaştırmak için kendi önünde ulus devletleri en büyük engel olarak görmesinin doğal bir sonucu olarak bugün tüm dünya, ‘devlet’i yeniden tanımlama çabası içerisine girmiştir.

18. Yüzyılın ikinci yarısında gelişimi ve güvenliği için ulus-devlet modelini öne çıkaran kapitalizm, 1929’daki dünya ölçekli ekonomik buhranın tetiklediği, burjuva ve işçi sınıfının sermaye ve emek arasındaki ilişkiyi kendine özgü yöntemle düzenleyen “sosyal devlet” ideolojisini 1950’lerin başlarında kabul etti. Sosyal devlet anlayışı devleti sosyal konulara duyarlı kıldığı gibi belli oranlarda ekonomiye müdahalesini öngörüyordu. Ulus-devlet temeli üzerine kurulan sosyal devlet, 1970’li yılların başına kadar popülaritesini korudu. Bu dönemde ortaya çıkan gelişmeler (yeni bir dünya ölçekli ekonomik buhran, dünya ekonomi pazarında söz sahibi olmak isteyen yeni aktörler ve sosyalist düşüncenin zayıflaması gibi) kapitalizmi yeni “meşruiyet” alanları bulmaya yöneltti. Bu doğrultuda kapitalizmin sözcülüğünü yapanlar; hararetli bir şekilde gereğinden fazla büyüdüğünü iddia ettiği sosyal devletin sınırlandırılmasını savunarak, sosyal devlet modelini ağır bir dille eleştirmeye başlamışlardır.

Bilindiği gibi her ideolojinin varlığını sürdürebilmesinde alt yapı ve üst yapı kurumlarıyla toplumun bu ideolojiyle uyum içerisinde olması ve bu ideolojiyi benimsemesi oldukça önemlidir. İdeoloji ile toplum arasındaki ilişki ideolojilerin toplumsal katmanlara taşınarak hayata geçirilmesi ile kurulabilir. Sosyolojik olarak hiç bir ilişki aracısız kurulamayacağına göre (Ergun 1995:13) sosyal devlet ideolojisinin de kendi araçlarını (kurum ve kişileri) yarattığını veya mevcut olan araçlardan en uygun olanları kullandığını söylemek hiç de zor değildir.

Değişim odaklı bir meslek olan sosyal hizmet, sosyal devlet ideolisinin öne çıkardığı sosyal adaletin sağlanması, insan hak’ların yaygınlaştırılması ve kişilere asgari bir yaşam düzeyinin sağlanması yönünde en zor görevleri üstlenerek sosyal devleti görünür kılmada önemli roller üstlenmiştir. Diğer bir deyişle sosyal hizmet, politik ve yasal destek aldığı sosyal devlet ideolojisinin toplumsal katmanlara taşıyıcısı olmuştur.

Sosyal hizmetin; gerek mesleki gerekse felsefi odağının uygulamaya dönük yüzünde, aynı doğrultuda hareket ettiği sosyal devlet modelinin ve sosyal politikaların küreselleşmeden olumsuz yönde etkileniyor olması en başta meslek elemanlarınca üzerinde durulması gereken bir konudur.

Bu çalışmada; öncelikle neoliberal politikaların sosyal güvenlik kurumlarına ve sosyal hizmetlere yönelik eleştirilerine kısaca bir değinilecektir. Daha sonra küreselleşme (globalization) sürecinde neoliberal politikaların hayata geçirilmesi sonucu bugünün değişmekte olan (gerilemekte demek daha uygun olabilir) sosyal devlet anlayışının “sosyal hizmet” ile ilişkisi betimlenmeye çalışılacak ve Türkiye’deki sosyal devlet-sosyal hizmet ilişkisi tartışılacaktır.

1. NEOLİBERAL POLİTİKALARIN SOSYAL GÜVENLİK KURUMLARINA VE SOSYAL HİZMETLERE YÖNELİK ELEŞTİRİLERİ

Liberal doktrin dünya tarihinin en eski açılımıdır. 1929’da yaşanan büyük bunalımdan sonra liberalizm büyük ölçüde etkisini kaybetmiş ve modifiye edilerek Keynesyen Refah Devleti modeli ortaya çıkmıştır. Özellikle 1980’li yıllardan bu yana Prof. Milton Friedman’ın liberalciliğe ve kapitalist düzene övgülerle dolu düşüncelerinin dünyada yaygınlığa ve oldukça geniş bir onaya ulaşmasından sonra bir ikinci yeni liberalcilik olayına tanık olunmaktadır (Talas 1993: 3). Tutar’ın (2004:9) belirttiği gibi ülkeleri birer işletme ya da firma mantığıyla değerlendiren bu anlayış, onlara serbest piyasanın gereklerine göre rol almalarını vazediyor. Siyasi ve stratejik vizyondan mahrum birer finans ve ticaret bakanlığına dönüştürülen ülkeler, iç ve dış politikalarında tarihsel ve kültürel değerlere göre davranmak yerine ekonomik güdülerle hareket etmek zorunda kalıyorlar.

Temelde devletin küçülmesini, sosyal harcamaların kısılmasını ve serbest piyasasının görünmez elinin ekonomiye hakim olmasını amaçlayan neo-liberalizmin, sosyal devlet anlayışının temel ürünleri olan sosyal güvenlik ve sosyal hizmet için taşıdığı anlam hiç de pozitif yük taşımamaktadır.

Neoliberal politikaların sıklıkla dile getirildiği 1970’li yıllardan itibaren sosyal güvenlik harcamalarının ekonomi üzerinde özellikle işverenler için büyük bir yük oluşturduğu ve ekonominin hantallaşmasına yol açtığı söylemleri yaygınlık kazanmıştır. Sosyal yapılardaki değişim (işçi sınıfının çözülmesi, orta sınıfın zayıflaması, yaşlı nüfusun artması) de neoliberal politikaların oluşmasına zemin hazırlamıştır. Nitekim özellikle gelişmiş ülkelerde nüfusun giderek yaşlanması ve böylece sosyal güvenlik kurumlarının yaşlılık ve sağlık ödemelerinin önemli ölçüde artması neoliberalizmin sosyal devlete yönelttiği eleştirilerin başında gelmektedir. Nüfus yaşlanmıştır ancak ülke dışından gelen işçilerin sosyal güvencelerinin sağlanmasında ciddi sıkıntılar da yaşanmaktadır. Dolayısıyla sosyal güvenlik sistemleri aşırı bir ödeme içerisine girmişken alttan kendisini besleyecek yeterli birikim sağlanamamaktadır. Bununla birlikte yüksek sosyal güvenlik primleri ve vergi oranları sık sık şikayetlere neden olmuştur. Bir diğer önemli neden de işgücü piyasasında yaşanan radikal değişimdir. İşgücü piyasasının emek yoğun dönemden teknoloji yoğun döneme girmesi, esnek çalışma yöntemlerinin popülaritesini artırması ve böylece çok sayıda istihdam alanının gereksiz hale gelerek istihdam olanaklarının daralması sosyal güvelik sistemlerini derinden etkilemiştir.

Neoliberal politikaların sosyal devlete yönelttiği ikinci büyük eleştiri alanı sosyal hizmetlerdir. Çeşitli nedenlerle toplumun ortalama yaşayış düzeyinin gerisinde kalan ve bu nedenle, korunmaya, bakıma ve desteklenmeye gereksinimi olan kişilere ve gruplara devlet eliyle sunulacak sosyal hizmetlerin birer bedeli olması ve bir ölçüde gelir transferine neden olması neoliberal düşünceyi benimseyenlerde rahatsızlık uyandırmaktadır. Hatta devletin sosyal adaleti sağlama endişesiyle bazı hizmetleri ucuz veya bedavaya vermesi bedavacılığı özendirmektedir. Yapılacak iş bellidir: Sosyal hizmetler devletin sorumluluğundan yani, merkezi ve büyük ölçekli olmaktan kurtarılmalı, daha küçük ölçekli hizmetler şeklinde yerel yönetimlere havale edilmelidir.

2. KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE SOSYAL DEVLET VE SOSYAL HİZMETLER

1. “Sosyal Devlet” Kavramı Üzerine Bir Kaç Söz

Genel görüntüsüyle piyasanın görünmez elinin yanına devletin görünen elinin ikame edilmesi gerektiği düşüncesine dayanan sosyal devlet anlayışı; kapitalizm ile sosyalizm arasında bir “ara form” niteliği taşımaktadır.

“Sosyal devlet”; genellikle “vatandaşların sosyal durumlarıyla, refahlarıyla ilgilenen, onlara asgari bir yaşam düzeyi sağlamayı ödev bilen” devlet diye tanımlanmaktadır. Vatandaşlarının ekonomik ve sosyal haklardan (sosyal güvenlik, sendika, toplu sözleşme ve grev, asgari ücret, eğitim insan hakları, işçi hakları ve sağlık hakları gibi) yararlanmaları için gerekli önlemleri alır. Böyle bir tanımlama, Batı toplumlarında çoğunlukla “refah devleti” (welfare state) denilen devlet anlayışından pek farklı değildir.

“Refah” çok çeşitli anlamlara sahip bir terimdir. Fakat genellikle sosyal politikanın özel bir öğesini belli etmek anlamında kullanılmıştır. ABD’de bu terim; dar anlamıyla kullanılır ve ölçülen gelir, geride kalan, devletin sağladığı yardımın boyutları anlamına gelir. Halbuki İngiltere’de ve diğer çoğu Avrupa ülkelerinde bu terim geniş bir anlam kazanmıştır. Burada, politika sahaları sık sık refah terimi bünyesinde-ki bazen sosyal refah denilmektedir-gelir güvencesi, sağlık, sosyal konut, eğitim ve kişisel sosyal hizmetlerle çevrelenmiştir (Taylor-Gooby ve Dale 1981, Goodin 1988; Akt. Lund 2002:1).

Refah Devleti ya da devletin refah devleti niteliği kazanması birtakım gelişmeler, olaylar sonucunda, yani toplumda yaşanan dinamiklerin sonucunda ortaya çıkan bir gelişme, bir olgudur. Bunun tabi ki kurumsal olmaktan öte de ideolojik bir tabanı ve tarihsel, sosyal gelişmelerle çok yakın ilgisi vardır (Koray 1996:15-16).

2. Sosyal Devletin Sosyal Hizmet İçin Taşıdığı Önem

Devletin sosyalleşmesi, sosyal konulara duyarlı hale gelmesi düşüncesi ile toplumdaki çeşitli nedenlerle korunmaya, bakıma ve desteklenmeye ihtiyacı bulunan kişilere yapılacak yardımların sosyalleşmesi düşüncesinin gelişmesi/somutlaşması hep aynı tarihsel süreci izlemiştir. Batı’daki Sanayi Devrimi ile ortaya çıkan toplumsal gelişmeler (bunlar içerisinde özellikle “kentleşme” ile birlikte kentlerde yığılan insanların çok karmaşık ve yeni gereksinimler içinde olması, değişimlerin kırsal kesimleri de etkileyerek köy ve köylülük yapısındaki değişimleri zorlaması) her iki düşüncenin adeta “nüve”sini oluşturmuştur.

Tarih sahnesine çıktığı andan itibaren sosyal hizmet; sosyal refah devletinin gelişim trendine bağlı olarak bir meslek ve disiplin olarak gelişmesini tamamlayabilme olanağına sahip olmuş, insana yardım eden meslek grupları arasında popülaritesini artırmıştır. Sosyal refah devletinin varlığı, amaçları ve ödevleri sosyal hizmet için her zaman hayati bir önem taşımıştır. Kuşkusuz bireysel özgürlükler ile toplumsal eşitliğe verdiği önem ve ‘kendisine ödev bildiği’ hizmetlerin ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması gibi sosyal devlet anlayışının önemsediği amaçlar ile sosyal hizmetin mesleki amaçları arasında benzer öğelerin bulunması aradaki böylesine yakın ilişkinin kurulmasında belirleyici olmuştur.

Sosyal refah parametreleri içerisinde gelişmiş bir meslek olarak sosyal hizmet, amaçlarını Rawls’un teorisi ile de uyumlu olarak, değer terimleri ile tanımlamıştır. Sosyal Hizmetin bu iki temel değeri, “sosyal adalet” (social justice), ve “kendi kaderini tayin hakkı” (self-determination)’dır. Nitekim sosyal hizmetin rol ve müdahalesine ilişkin yapılan çalışmalar iki sınıflandırmayı ortaya çıkarmıştır:

1) Sağlık bakımı, beslenme, barınma, gelir eğitim ve çalışma gibi temel sosyal yararların yoksun gruplara ulaşmasını sağlamada birincil rol alma,

2) İnsan onuru paylaşılan inancına dayalı olarak müracaatçının self-determinasyon hakkına bağlılık (Şahin 1999: 66).

Sosyal refah devleti ile sosyal hizmet ilişkisi her ikisi için hayati önem taşıyan özgürlük ve eşitlik ilkelerinin benimsenmesi ile sınırlı değildir. Bilindiği gibi sosyal hizmet, uygulamasında sosyal refah sisteminin kaynaklarını kullanır. Sosyal refah devleti, sosyal hizmet uzmanlarınının istihdam oranlarını ve olanaklarını artırır. Kaynakların müracaatçı gruplarına dağıtımı için sosyal hizmete yetki verir, sosyal hizmeti uygulamalarında destekler. Tüm bunlarla birlikte Şahin (1999)’inde belirttiği gibi sosyal hizmet; müracaatçı gruplarının yararı açısından statükoyu değiştirmeye yönelen, bireyin gelişme kapasitesini sağlayan yaşam kalitesine inanan ve müracaatçı gruplarının haklarını savunan bir meslektir.

Bürokrasi içerisinde uygulanan bir meslek olarak sosyal hizmetin müracaatçı gruplarının refahı ve haklarına yönelme zorunluluğu, bürokrasi ile zaman zaman uyuşamamasına neden olabilmektedir. Sosyal hizmetin mesleki odağı “değişme”ye odaklıdır ancak kendisin de değiştirmeye çalıştığı sistem tarafından değişime zorlanacağı unutulmamalıdır.

3. Türkiye’de Sosyal Hizmet ve Sosyal Devlet İlişkisi

İlgisini, toplumun ortalama yaşayış düzeyinin gerisinde kalan bireylere yoğunlaştırmış, kendisini sosyal sorunlara adamış “sosyal hizmet”in doğası gereği bünyesinde epeyce bir sorun barındırdığı bir “vakıa”. Bununla birlikte sosyal hizmetin; ülkemize özgü toplumsal düzen içerisinde söylemi ve eylemi arasında beliren kimi tutarsızlıklar nedeniyle epeyce bir kafa karışıklığına neden olduğu, daha da öte, hizmet ettiği toplum tarafından yeterince anlaşılamadığı, fazlaca kabul görmediği yönündeki tartışmalar artarak devam etmekte.

Aradan geçen 40 yıla yakın bir zaman içerisinde, karmaşık/grift bir sorun yumağına dönüşmüş sosyal hizmeti, sosyal hizmet uygular hale getirebilmek için mesleki şovenist duygulardan uzak, olabildiğince tarafsız bir şekilde çevresini kuşatan sorunları su yüzüne çıkarmak gerekir.

Ülkemizde sosyal hizmetlerin büyük bir kısmı merkezi bir anlayışla devlet eliyle sağlanmaktadır. Devlet, sosyal refah politikalarına katılımları beklenilen düzeyde olmadığı bilinen sosyal hizmet uzmanlarının büyükçe bir kısmını sosyal hizmet örgütleri kanalıyla istihdam etmektedir. Sosyal hizmetlerin hemen hemen her alanında hizmet sunan sosyal hizmet uzmanlarının, müracaatçı gruplarıyla ilişkilerinde gözle görülebilen ciddi bir doku uyuşmazlığı kendisini hissettirmektedir. Sosyal hizmet kurumları en çok politize olmuş kurumlar arasındadır ve tüm kamu hizmetlerinin genel karekteristiklerini (kalitesizlik, verimsizlik, bürokrasi ve kırtasiyecilik, siyasal kayırmacılık, hizmet sunumunda ilgisizlik vb.) taşımaktadır.

4. Türkiye’de Sosyal Devletin Sorunlu Yanları

Sosyal devlet ilkesini benimsemiş Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hiç de küçümsenmeyecek sosyal refah hizmetlerine karşılık, halkın tüm sosyal ihtiyaçlarını etkinlik ve verimlilik açısından yeterince karşılayamadığı da bir gerçektir. Bilinmektedir ki sosyal devletin kendisinden beklenilen sorumlulukları yerine getirememesinin bir değil, birden çok nedeni vardır. Sözkonusu nedenlerin önemli bir kısmı şu şekilde özetlenebilir:

· Herşeyden önce Koray (1996:21)’ın da belirttiği gibi: “Türkiye bir refah devleti değildir, olsa olsa bir ‘sosyal vaadler devletidir’. Vaadler vardır, fakat çok zaman gerçekler farklıdır. Gerçeklerin değişmesi için gereken toplumsal dinamikler yoktur ya da yetersizdir.”

· Sosyal devleti sorgulayan toplumların, sahip oldukları aşırı büyüklükte sosyal bütçe ülkemizde hiç bir zaman oluşturulmamıştır. Örneğin; sosyal hizmetler için yıllık bütçenin %0.1’inden daha az bir pay ayrılmaktadır. Bu oran ülkemizde sosyal sorunlar için aşırı değil aksine, son derecede yetersiz mali kaynak ayrıldığını çok açık bir şekilde göstermektedir.

· Batı ülkelerinde işçi sorunları nedeniyle kurulan sosyal devlet vasıtasıyla işçi toplumu aşamasına ulaşılmıştır. Sendikalar, toplu sözleşmeler, yönetime katılma ve sosyal sigortalar söz konusu oluşumun araçları olmuştur. Ülkemizde ise, hem yetersiz sanayileşme sonucu, hem de eksik ve yetersiz (yönetime katılma, işsizlik sigortası...) sosyal politika araçları nedeniyle henüz işçi toplumu aşamasına ulaşabilmiş değiliz (Koray, 18-23).

· İç ve dış borç sarmalı içerisinde eski hızında olmasa bile yine de borçlanmaya devam ederek ekonomisini ayakta tutmaya çalışan devletimiz çok uluslu şirketlerin güdümündeki IMF’nin çizdiği sınırların dışında, yaşadığımız sosyal sorunlara yönelik yarını da hesaba katan sosyal politikalar geliştirememekte, bunlara yeterli kaynak ayıramamaktadır. Dolayısıyla gündemi; sürekliliği olmayan, kırılgan, eşitsizlik üreten, verimsiz, izleme ve değerlendirilmesi zorlaşmış ve sadece adı kalmış sosyal politikalar işgal etmektedir.

5 Türkiye’de Neden Sosyal Devlet Anlayışından Vazgeçilemez?

Dünyada özellikle Batı ülkelerinde, sosyal devlet sorgulanmaktadır. Benzeri bir sorgulama ülkemiz için de geçerli midir?

Daha önce de vurgulandığı gibi neoliberal politikalar çerçevesinde sosyal devletin sorgulanmasının temel nedeni, devletin sosyal harcamalar için ayırdığı kaynakların dev boyutlara ulaşmış olması, primlerin, vergilerin ve işçi ücretlerinin yükselmesi ile birlikte yaşı 100’ü geçen yaşlı ve eski sistemin oluşan yeni toplumsal ve ekonomik yapı karşısında revizyona tabi tutulması gerekliliğidir. Benzer sorgulama ülkemize yöneltildiğinde ortaya çıkan tablonun çok farklı olacağı ve sorgulamaya dayanak oluşturacak argümanların havada kalacağı rahatlıkla söylenebilir. Daha açık bir deyişle bulunduğumuz yüzyılda, insanlığın geçirmekte olduğu evrim süreci içinde, Türkiye’nin bulunduğu konum henüz sosyal devlet sisteminden vazgeçmesine elverişli değildir. Türkiye’de sosyal devlet anlayışından neden vazgeçilemeyeceğinin gerekçelerini şu şekilde açıklamak mümkündür:

· DİE Hanehalkı Bütçe Anketi (2003) rakamlarına göre ülke nüfusunun 14 milyonu resmen açtır. 14 milyon vatandaş günde ortalama bir dolar ile geçinmekte, açların ardından 28 milyon kişi de günde iki doların altında bir gelir ile yaşamaya çalışmaktadır. Türk-İş Araştırma Merkezi (2003)’nin yaptığı bir araştırma sonuçlarına göre, açlık ve yoksulluk sınırındaki artışlar aylar itibariyle şu şekilde gerçekleşmiştir.

Ay-Yıl
Açlık Sınırı
Yoksulluk Sınırı

Kasım 2002
369.114.000
1.121.927.000

Aralık 2002
380.056.000
1.155.185.000

Ağustos 2003
446.370.000
1.356.748.000

Ekim 2003
451.386.000
1.371.994.000

Kasım 2003
454.935.000
1.382. 782.000


Rakamların dili Türkiye’de sosyal devletin küçülmesi gerektiğini değil, tam tersini; yani harekete geçmesi gerektiğini söylemektedir.

· Neoliberal politikaların öngördüğü esnek çalışma koşullarını öngören çalışma hayatı hem kamu hem de özel sektör bazında yeterli ölçüde gelişmemiştir.

· Sosyal devletin ödevleri arasında ilk sıralarda yer alan sosyal güvenlik, sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin ihtiyaç gruplarına sunulmaması durumunda Türkiye’deki mevcut tüketim ve gelir dağılımındaki eşitsizlik daha da artacak, sınıfsal kutuplaşmalar daha da belirginleşecektir. Bu nedenle mevcut sosyal tedbirlerin geliştirilmesinin aynı zamanda milli bütünlüğümüz ve geleceğimiz açısından gereklidir. Hatta Güler (2003:6)’in de belirttiği gibi sosyal adaletin sınırlanacak olması ve mevcut sosyal politikaların işlevsiz hale gelmesiyle Türkiye’nin ulusal birliği ve toplumsal varlığı tehdit altına girecektir.

· Devletin, küçülmesi sürecinde sosyal sigorta hizmetleri kadar kamu sosyal güvenlik harcamalarından (sosyal yardımlar ve sosyal hizmetlerden ) da vazgeçmesi halinde, toplum bu işi üstlenebilir. Ancak; bu hizmetlerden vazgeçmenin maliyeti vardır. Toplum içinde bu hizmetlerin özel kesim tarafından karşılanması sonucu, özellikle muhtaçlık düzeyindeki bireyler için adil olmayan bir dağılım meydana gelir ki, bu da toplumda sağlıksız bir yapının oluşmasına yol açar. "O halde bu hizmeti yapmamanın sosyal bir maliyeti vardır" (Yazgan, 1992).

Ancak uluslararası etkileşim ve küreselleşme ile gelinen şu noktada, henüz sanayi toplumu olamamış, klasik sosyal sorunlarını çözememiş ülkemizde mevcut sosyal devlet düzenin ve onun simgesi haline gelen sosyal yardım ve sosyal hizmetler alanında yerel yönetim ve sivil toplum örgütlerini aktif kılacak karma yöntemleri uygulamaya olanak veren bazı yenilikler yapılması kaçınılmazdır.

6. Sosyal Devlet Küçülürse Sosyal Hizmetlere Ne Olur?
Peki, öne sürülen tüm gerekçelere, göstergelere ve uyarılara karşın sırf ulus ötesi sermaye istiyor diye Türkiye’de sosyal devleti daha da küçültme ısrarında bulunursak sosyal hizmet bu durumdan nasıl etkilenecektir?

Öncelikle unutulmaması gerekir ki, bir disiplin ve meslek olarak sosyal hizmetin amaçları ve fonksiyonları tamamen sosyal devletin varlığıyla sınırlı olmasa da, sosyal devletin küçülmesi hatta ortadan kalkması ile sosyal hizmetler de önemli ölçüde küçülecek, bu bağlamda sosyal hizmet kendisini yeniden yapılandırmaya ve tanımlamaya çalışacaktır. Küçülme aşamasına giren sosyal hizmetler için muhtemelen aşağıda belirtilen gelişmelerin ortaya çıkması beklenebilir:

a.) Sosyal refah alanındaki proje, program ve hizmetlerin finans kaynakları hızla daralacaktır. Sağlık, eğitim ve sosyal hizmetlere yapılan yatırımlar önemli ölçüde azalacaktır.

b.) İnsana hizmet eden “insan odaklı” bir çok meslek gibi sosyal hizmetin de politik dayanakları ve istihdam olanakları zayıflayacaktır.

c.) Mesleğe ihtiyaç duyan nüfus gruplarının oransal olarak artmakta olduğu ülkemizde, sosyal hizmet örgütlerinin hizmet verirken önemli sıkıntılarla yüzleşecektir. Bu durumda sosyal hizmet uzmanları kısıtlı kaynaklarla çok sayıda müracaatçıya hizmet vermek zorunda kalacaktır (Acar 2004)

d.) Sosyal hizmetler hızla özel sektör tarafından da üretilebilecek nitelikte hizmetlere dönüşeceğinden kendi doğasına yabancılaşacak bir kimlik krizi ile karşılaşacaktır. Bu durumda mesleğin kendisini yeniden yapılandırması kaçınılmazdır.

e.) Bireylerin taleplerini dile getiren ve devletin güvencesi altında bulunan “hak” konsepti yerini yeniden toplumsal inisiyatife bağlı “yardım” konseptine bırakacaktır. Bu durum sosyal hizmet örgütlerinin varlığını sorgulatacak bir gelişimin kapısını aralayabilir. “Hak”lar hukuksal olanın (dikey dayanışmanın), “yardım” lar ise daha çok bireysel ve toplu tercihlerin (yatay dayanşmanın) birer ifadesidir.

f.) Ayrıca sosyal refah alanında çalışan STÖ’lerin rolleri ve işlevleri artacaktır. Bu durumda sosyal hizmetlerin asıl ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmasında özellikle muhtaçlık düzeyindeki bireyler için adil olmayan “sınırlı” ve “yetersiz” bir dağılımın ortaya çıkma olasılığı yüksektir (Acar 2004).

SONUÇ

Dünyada, büyük güç merkezlerine sahip olan devletlerin modernizm paradigması üzerine bina ettikleri emperyalist söylem bitmiştir. Küreselleşme, milli devlet yapılarına yönelik yıpratmanın son epistemik söylemini teşkil ediyor. Göç, meşruiyet yitimi, bilgi yapılarında yaşanan değişmeler (şüphesiz buna birileri, daha pek çok şey ekleyebilir) milli-devlet olgusunun genel sistem içerisinde yıprandığını ve tahrip edildiğini gösteriyor (Özcan 2002:18-19).

Küçülmesi yönünde varlığına yöneltilen sorgulamalara karşın yakın bir gelecekte zorunlu olarak bir takım değişimler içerisine girmesi beklenen milli/ulus devletlerin tüm dünyada tartışılıyor olmasının nedeni; onun aşırı büyümesinden ve sosyal sorunlara fazlaca kaynak transferinden kaynaklanıyor. Başka bir deyişle sosyal-devlet ilkesine sıkıca sarılmasından.

Günümüz dünyasında sosyal refah devleti olarak tanımlanan ülkelerde yaşanan kriz ve sorunlar, sosyalizmin çöküşü ve dayatılan neoliberal politikalarla birlikte yeni bir devlet anlayışına olan ihtiyaç artırmış, devletlerin küçülmesi söylemi giderek sesini yükseltmeye başlamıştır. Ancak altını kalınca çizerek belirtmek gerekir ki devletin küçültülmesi bir yönüyle devletin üretken ve dinamik yapıya kavuşturulmasıyla daha etkin hale gelebilmesinin bir arayışı olabileceği gibi bir yönüyle de kapitalist sistemin tüm dünya pazarlarını tek bir pazar haline dönüştürebilmesi için devleti etkisizleştirmek ya da iş yapamaz hale getirmek anlamı da taşıyabilmektedir.

Devletin sosyal yönünün küçülmesi ile birlikte hiç şüphe yok ki bu durumda en çok değişime uğrayacak kurumlar; sosyal güvenlik, sosyal yardım ve sosyal hizmet kurumlarıdır.

Sosyal devlet; en genelde amacı tüm toplumun gelişmesinin ve yaşam kalitesinin artırılması olan sosyal hizmetin bir meslek ve disiplin olarak ortaya çıkmasında ve gelişmesinde politik, yasal ve ekonomik dayanağı olmuştur. Buna karşılık sosyal hizmet de, vatandaşların sosyal haklarını korumak ve talep ettiklerinde bunları sağlamakla yükümlü sosyal devletin halkla ilişkilerinde deyim yerinde ise “görünen el”i olmuştur. Bununla birlikte toplumun gelişme yönünde değişmesi için bir değişim ajanı rolünü severek üstlenen sosyal hizmetin yerine göre otoritesini/yetkisini aldığı ve maddi imkanlarını kullandığı devlet aygıtıyla kimi zaman karşı karşıya kaldığı da bir gerçektir. Yani yerine göre müracatçı gruplarının refahı için devletin bir aracı kurumu olmakta, yerine göre sosyal politika alanında devleti de değişime zorlayacak toplumsal bir sorumluluk taşımaktadır.

Anayasamızın 1. maddesinde devletin sosyal devlet ilkesini benimsediği açıkca belirtilmiştir ancak ülkemizde gerek sosyal devletin gerekse onu toplumsal yaşamda temsil eden meslek ve kurumlarının bir çok sorunlu yanları vardır. Karşımızda duran sorun dolu tabloya karşılık, sınırlı bütçe ile devletin hiç de hafife alınmayacak refah hizmetleri gerçekleştirdiği de bir gerçektir.

Devletimiz, sosyal devlet ilkesini benimsemesine karşılık gerek siyasal sisteminde (halk egemenliğini yansıtan temsili demokrasisinde) gerekse ekonomik sisteminde ve sosyo-kültürel sisteminde yaşadığı ciddi sıkıntılar nedeniyle henüz sosyal devlet olabilmeyi başarabilmiş değildir. Öte yandan terör ve şiddetin globalleştiği, güvenlik sendromunun tüm dünyayı sardığı, başlıca hegemonik güçlerin ürettiği büyük çaplı bölgesel bir operasyonun (Büyük Ortadoğu Projesi) provasının yapıldığı zaman diliminde- Türkiye’nin, toplumsal değişim hızının daha bir ivme kazanacağı açıkca belli olan bir ortamda-ağır aksak yürüyen mevcut sosyal devlet anlayışını elinden bırakması veya bundan taviz vermesi sözkonusu değildir.

Tüm kamusal alanlarda olduğu gibi sosyal hizmetler alanında da kuşkusuz yeni yapılanmalara ihtiyaç vardır. Devlete sıkı sıkıya yapışmış sosyal hizmet uzmanlarının “devletçi”, “merkeziyetçi”, “tek tipleştirici”, “normalleştirici” gibi Sanayi Devrimi sonrası modernist dönemin temel argümanlarıyla sosyal hizmet uygulamalarının artık geride kaldığını bilmesi gerekir. Determinist kurallardan zihnini arındırmış, çoğulcu, farklılıkları zenginlik olarak gören, anlam ve sembollerin önemine vurgu yapan, yerel olan, halkın katılımına da olanak sağlayacak ayakları bu topraklara basan sosyal hizmet modellerinin üretilmesi kaçınılmazdır.

Kuşkusuz neoliberal politikaların giderek taraftar bulmasıyla devlet ortadan kaybolmayacak ancak yapısı ve fonksiyonları değişecektir. Bu değişimler, en temelde dinamik, esnek yapısıyla; amaçları belirgin, küçük ölçekli hizmetleri üstlenen STK’ların toplumsal gelişmede ve demokratikleşmede daha fazla sesini duyurmasıyla gündemimize girecektir.

Değişme odaklı bir disiplin/meslek olan sosyal hizmetin de bu değişimlerin analizini kendi mesleki odağında yapması için kaybedeceği zaman kalmamıştır. Bu doğrultuda Allen-Meares ve DeRoos’un (1997) da belirttiği gibi, kişisel sorunlardan politikaya kadar uzanan mikro ve makro şeklinde birbirine bağlanmış ilişkiler ağını anlamaya yönelik tüm sosyal hizmet uzmanlarının güçlü bir kavrayışa sahip olması gerekmektedir.



KAYNAKÇA

ALLEN-MEARES P. DeROOS Y. “The Future of the Social Work Profession”. Social Work in the 21st Century, Editors: Michael Reisch ve Elileen Gambrill, Pine Forge Press., 1997.

ERGUN D. Sosyoloji ve Tarih, Sosyolojide Yöntem Sorunu. Ankara: İlke Kitabevi Yayınları/26, 3. Baskı, 1995:13.

GÜLER B. A. “Ulusal Birliği Tehdit Ediyor”. Cumhuriyet Gazetesi, 3 Kasım 2003:6.

KORAY M. “Sosyal Devlet Kavramında yeni Gelişmeler”. Sosyal Politika Tartışmaları, Sosyal Devlet ve Sosyal Güvenlik Kuruluşları. Türkiye İşçi Emeklileri Cemiyeti Yayınları, No:4 24 Mayıs 1996:15-23.

LUND B. Understanding State Welfare, Social justice or Social Exclusion? SAGE Publications Ltd., First Published 2002:1.

ÖZCAN A. “Sunuş”. Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti. Jurgen Habermas, Çev: Medeni Beyaztaş. İstanbul: Bakış Yayınları, 2. Baskı, 2002:11-12.

SEZEN S. Devletçilikten Özelleştirmeye Türkiye’de Planlama. Ankara: Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAİE), Yayın No: 293. 1997.

ŞAHİN F. “Sosyal Hizmet Mesleğinin Doğası ve Paradigmaları”. Prof Dr. Sema Kut’a Armağan. Ankara: Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Yayını. Yayın No: 004. 2000: 60-71.

TALAS C. “Liberalciliğin Geri Dönüşü ve Sonrası”. Amme İdaresi Dergisi. Cilt: 26, Sayı: 3, Eylül, 1993:3.

TUTAR B. “Kapitalist Devrim Projesi”. Yeni Şafak Gazetesi, 5 Nisan 2004:9.

YAZGAN T. İktisatçılar İçin Sosyal Güvenlik, İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, 1992:274.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder