Engelliliğin Sosyolojisi









AVRUPA BİRLİĞİ SÜRECİNDE ÖZÜRLÜLÜLER POLİTİKASI
Dr. Mehmet AYSOY





Dr. Mehmet Aysoy, 1968 Afyon-Sandıklı doğumludur. Lisans, yüksek lisans ve doktora çalışmalarını sosyoloji alanında tamamlayan Aysoy; 1998-2003 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde görev yaptı. Halen Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı’nı yürüten Aysoy’un “Geleneksel-Sonrası Toplum Üzerine” (Açı Kitaplar 2003) isimli kitabı yanında değişik dergilerde sosyoloji ve özürlülük konusunda yayınlanmış makaleleri bulunmaktadır.






Annemin büyümeyen bebeği Ali’ye




Önsöz


Küreselleşmenin bir süreç olarak ekonomi merkezli okumaları yaygın olmasına karşın sosyolojik anlamı aynı netlikte okumalardan yoksundur . Bu durum politik alan açısından değerlendirildiğinde; ekonomi-politik’i tartışmasız biçimde belirginleştirirken sosyo-politik’i aynı oranda belirsizleştirmektedir.

Sosyal devlet uygulamaları söz konusu süreçte sınırlandırılan, önceki uygulamalara göre daha ekonomik arayışların hakim olduğu bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda küreselleşme ekseninde değerlendirildiğinde sosyal politika ilk başta imkan açısından sorgulanan bir alandır. Diğer yandan küreselleşme mevcut belli uygulamalara “standart uygulamalar” niteliğini kazandırmıştır. Bu durum ulusal ölçekte değerlendirilen belli olguların küresel ölçeğe taşınması anlamına geldiği kadar sosyolojik açıdan belli toplumsal olguların değerlendirilmesinde yerelin/toplumsal bağlamın önemsizleştiği yargısını da barındırmaktadır. Gelinen süreçte sosyal sorunlara yönelik biçimlenen bir sosyal politika yerine uluslar arası geçerli hale gelmiş belli ve sosyal politikayı belirleyen şemalardan söz edilebilirdir. Sorun alanı ne olursa olsun; kadın, yaşlı, özürlü karşımıza; ayrımcılık, istihdam, sosyal güvenlik gibi temel kategoriler çıkmaktadır.

Sosyal sorunlara tartışmasız çözümlerden söz edilebildiği oranda bu duruma itirazın anlamı da bulunmamaktadır. Ancak dünyada “dezavantajlı gruplar” olarak ele alınan olgunun küresel anlamda değerlendirilebilmesini sağlayan sorunların benzerliğidir. Bu doğrultuda küreselleşme pozitif anlamda toplumsal sorunlara çözüm arayışında dünya ölçeğinde bir platformun oluşmasını belirginleştirmektedir.

Bu bağlamda küreselleşme dünya ölçeğinde sosyal devleti belirleyen/sınırlandıran bir süreç olarak yerleşirken, başta özürlülük olmak üzere dezavantajlı gruplar sosyal politikanın baş edilemez konuları olarak belirginleşmektedir. Ortaya çıkan sorunlara göre biçimlenen sosyal politikanın küresel koşullar eşliğinde hem belli standartları içeren bir yapıda hem de geçmişe göre imkanlar açısından daha sınırlı olarak ele alınması, günümüzde yükselen birer değer olarak da nitelendirebileceğimiz belli olguların konu edilmesini anlamlı hale getirmektedir.

Başka bir açıdan, konuya AB ile ilgili sürecimiz çerçevesinde yaklaşıldığında; ‘sosyal politika’ süreci belirleyen önemli bir kriter olarak karşımızdadır. Ancak AB politikalarının kendi toplumsal koşulları ile ilgili bağlamı ve söz konusu bağlamla kendi koşullarımız arasındaki farklılık önemlidir ve bu durum modernliğin diline doğru tercüme edilmek zorundadır. Bu doğrultuda elinizdeki çalışma hem bir bütün olarak sosyal politikaya hem de özelde özürlülük ve özürlüler politikasına eleştirel bir yaklaşım geliştirme denemesidir.

Dr. Mehmet AYSOY
Ankara 2004


Teşekkür

Bu çalışmanın hazırlanmasında değerli katkılarından dolayı Doç. Dr. Ali Seyyar, Enver Ertürk, Mehmet Ergün’e ve materyal temini, çeviri yanında ülkemizde özürlüler politikası için strateji oluşturma üzerine sürdürülen toplantılarda sağladıkları açılımlardan dolayı Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı Özürlüler Uzmanlarına ayrı ayrı teşekkürü borç bilirim.




İçindekiler

Giriş

I
Özürlülüğün Sosyolojisi

Modernliğin Ürünü Olan Sorunlar
Bedenin Ötekileştirilmesi
Ötekileştiren Kurumsallaşma
Ötekileştirilen Bilinç
Ötekinin Kültürü
Ötekinin Gettolaşması
II
Küreselleşme, AB ve Özürlüler Politikası

Standart Kurallar
AB ve Özürlüler Politikası
Ayrımcılıkla Mücadele
Özürlü Bireylere Tanınacak Fırsat Eşitliği
Ulaşılabilirlik
Özürlü Kişilere İstihdamda Fırsat Eşitliği Sağlanması Özürlülerin İstihdamının Ve Toplumsal Bütünleşmelerinin Teşvik Edilmesi
Özürlü Çocuk Ve Gençlerin Genel Öğretim Sistemine Katılımı

III
Ülkemizde Özürlüler Politikasının İmkanları

Ulaşılabilir Toplum
“Aile Odaklı” Sosyal Politikanın İmkanı
Bir Politika Aracı Olarak “Özürlüler Kanunu”
Kamu Reformu ve Özürlülük
Eşitlik
Özürlüye “özel” Değil, Özürlüyü Dikkate Alan Düzenlemeler
Özürlülük Eğitimi
Toplum Temelli Rehabilitasyon

Bibliyografya


Giriş

Özürlülük insana dair her alanı kuşatan bir fenomendir. Dolayısıyla insana dair her alanda sorunları bağlamında çözümlenebilirdir. Her toplumsal olgunun kavranmasında olduğu biçimde özürlülük konusunda da belli disiplinlerin, belli yaklaşımların hatta belli politikaların pencerelerinden farklı yönleri belirginleşen, farklı sorunları öncelenen, farklı çözümler üretilen bir olgudur özürlülük.

Tartışılamayacak olan özürlülerin tarihte olduğu gibi günümüzde de ciddi sorunlarının bulunduğu, bir çoğumuzun gündelik yaşam içinde sıradan yaşadıklarının özürlüler açısından ulaşılamayacak bir konfor olduğudur. Ve yine tartışılamayacak olan özürlülük gerçeğinin özürlülüğü yaşayanlar dikkate alınmadan anlaşılamayacağıdır. Günümüz dünyasında özürlüler hareketinin en önemli argümanının “özürlüler hakkında özürlüler olmadan asla” olması, tarihsel olarak özürlülük konusunda yapılmaya çalışılanların etkisiz hatta yanlış olduğunu vurgulayan bir gösterge olarak okunması gerekmektedir.

Günümüz dünyasının özürlülük konusunda geldiği çizgi elbette anlamlıdır ancak soru konusu yeterliliği üzerinedir. Özürlülük halen “derdi olan bilir” bağlamından koparılabilmiş değildir. Çok azımızın özürlü bir arkadaşı olmuştur ya da çok azımız özürlülerle düzgün iletişim kurabiliriz. Kimilerine göre ise, hala özürlülük ülkemizin lüks konularından sayılmaktadır. Elbette tüm toplum kesimlerinin aynı düzeyde sosyal sorumluluk taşıması beklenmez, beklenmemelidir de ancak bugün özürlülerin oranının dikkate değer büyüklükte olup olmadığı ya da farklı istatistiksel verilerle sorunların büyüklüğünün ortaya konma gayretiyle çözümlenebilecek bir olgu da değildir özürlülük.

Özürlülük belli verilere ve belli koşullara endekslenmeden, ekonomik ya da daha başka gerekçeler üretilmeden kuşatıcı bir politika aracılığıyla çözüm üretilmesi gereken bir olgudur. Kuşatıcı bir sosyal politika söz konusu olmadan anlamlı bir “özürlüler politikası”na ulaşılamaz. Bu anlamda genel politik evrende sosyo-politik alanın çok doğrudan ve yerli yerinde kavranması gerekmektedir. Diğer halde her toplumsal soruna farklı bağlamlar eşliğinde yaklaşılmakta, insana dair bütünlük ve sosyal alanın biri diğerini belirleyen, biri diğeriyle ilgili alanları bağımsızlaşmaktadır.

Günümüz dünyası “yaşlılık” üzerine yoğunlaşmaktadır. Yaşlılık diğer bağlamlardan; aile, özürlülük, kadın gibi ya da diğer sorun alanlarından; ayrımcılık, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanlardan ne oranda bağımsız değerlendirilebilir önemli bir soru konusudur. Buna rağmen yaşlılık konusunda sosyal politikanın her olguya uyguladığı kalıp karşımızdadır ve sorun ayrımcılık merkezinde, olguyu diğer bağlamlarından koparan “yaşlı hakları” alanında yapılandırılmaya çalışılmaktadır.

Sorun bu bağlamda öncelikle modernliğin toplumu okuduğu parametrelerle başka deyişle bir paradigma ile ilgilidir. Sosyal sorunların birinin diğerinden bağımsızlaştırılması, bütün ve kuşatıcı bir sosyal politikanın imkanını zorlaştırmaktadır.

Ülkemizde ise bir süreden beri sosyal politikada öncelikler AB ile ilgili gündemle belirlenmektedir ve belli sorunlarımız ancak AB ile ilişkilerimize tahvil edilerek gündeme taşınmaktadır. Genel siyaset açısından anlaşılabilir olan bu durum bazı özel bağlamlar için aynı oranda anlaşılır değildir. Özürlülüğün sorunları ancak toplumsallaştırıldığı, paylaşıldığı, sosyal sorumluluğun geliştirildiği düzeyde çözümlenebilir niteliktedir. Diğer halde tarihsel olarak modernlikle sürdürdüğümüz ilişki özürlülük konusunda da geçerli hale gelecek özürlülük formal olarak düzenlenen bir olguya dönüşecektir.

Bu anlamda modernliğin ürünü olan değerleri hızla tüketen toplum, özürlülük konusunda da tüketime yönelmek üzeredir. Özürlülük açısından sosyal sorumluluğun tek bir göstergesinden söz edebiliriz; çözüm üretme gayreti.

Bu çalışma özürlülüğü sorunları açısından küresel bir olgu olarak değerlendiren, çözüm önerileri açısından ise toplumsal dinamikleri dikkate alan, özürlülüğün kendi toplumsal koşullarımız bağlamında değerlendirilmesi gerekliliğini içeren bir bakış açısına sahiptir.

Sosyal politikanın toplumsal sorunlara göre biçimlenmesi gereklidir. Bu anlamda sorunların farklı toplumların gündeminden ithal edildiği, gerçekliğin farklı toplumların gerçekliğiyle benzeştirilmeye çalışıldığı bakış açılarıyla ülkemizdeki özürlülüğün sorunları kuşatılamaz. Yoksullukla ilgili tartışmaların dahi ülkemizde dışarıdan gelen bağlamıyla tartışılıyor olması geçerli ve çözüm üreten bir politika üretiminin önünde en büyük engeli oluşturmaktadır. İlk başta çözüm imkanlara göredir ve ülkemizin sorunlarına yönelik çözüm önerileri de imkanlar çerçevesinde olmak durumundadır. Bu durumu anlaşılır kılacak en kayda değer örnekler yine AB ile ilgili süreçte belirginleşmektedir. AB’nin politikada öncelikleri kendi toplumsal koşullarına göre biçimlendiği için bizden beklentileri de mevzuat boyutuyla sınırlı kalmaktadır.




I
Özürlülüğün Sosyolojisi

Özürlülük dünyada ve ülkemizde giderek daha yoğun olarak gündemde yer alan konuların başında gelmektedir ve yine bu doğrultuda toplumsal bir olgu olarak özürlülük sosyal bilimlerin de temel ilgi alanlarından birisi olmuştur. Bu bağlamda daha başlangıçta kısa bir süre öncesine kadar tıbbi alanda yer alan disiplinlerin konuları arasında yer almasına karşın giderek olgusal düzeyde sosyal bilimlerin ilgi alanlarına giren bir konu olarak özürlülük çalışmaları problematik niteliği taşımaktadır. Yine bu alanda küresel ölçekte hizmet sunan uluslar arası kuruluşların çalışmalarını ve ulusal düzeyde gerçekleştirilen kurumsal ve yasal düzenlemeleri belirleyen yaklaşımlar özürlülük konusuna küreselleşme süreci ekseninde modernite açısından yaklaşma imkanları sunmaktadır.

Özürlülük modern toplumda göz ardı edilemeyecek kadar belirginleşen ve bu süreçte de hem kavramsallaştırılması hem de bir fenomen olarak kapsamı sürekli olarak genişleyen dinamik bir olgu olarak karşımızdadır. Özürlülük fenomeninin dinamik yapısı modernite ile doğrudan ilintilidir. Tarihin hiçbir döneminde toplumlar bu kadar yoğun bir nüfus barındırmadığı gibi belki de hiçbir dönemde de günümüz kadar risk altında değildi.

Diğer yandan günümüz Batı toplumları giderek yaşlanan bir profile sahiptir ve yaşlılık ta özürlülük açısından önemli etmenlerdendir, dolayısıyla sıkça söz edildiği biçimde toplumların özürlülük oranları açısından karşılaştırılmalarında ortaya konulan gelişmişlik düzeyi anlamlı ve açıklayıcı bir kriter de değildir.

Özürlülüğün kavramsallaştırılması, özürlülük konusunda ortaya konulan teoriler, özürlülük söylemi, özürlülük konusunda yapılan düzenlemeler ve özürlü hareketleri ancak tarihsel boyutta değerlendirildiğinde anlamlı bir bütünü ifade eder.

Toplumsal çözümlemede her olgunun değerlendirilmesinde olduğu biçimde özürlülüğün tarihi de gelenek ve modernlik dikotomisi ekseninde çözümlenmiş, özürlülük söylemi de geleneğin eleştirisi üzerine inşa edilmiştir. Bugün klasik olarak nitelendirebileceğimiz bu yaklaşım günümüzde sürdürülen özürlülük araştırmalarının temel referansı olmayı sürdürmektedir. Buna göre geleneksel yapıda özürlüler hiçbir zaman toplumda hak ettikleri yerde yer alamadıkları gibi insan muamelesi de görmemişlerdir. Bu argümanın ancak özürlülüğün günümüzde ortaya konulan yeni yaklaşımlar bağlamında anlamlı olduğunun altı çizilmelidir.

Günümüzde özürlülük sorunları ve çözümleri toplumsal boyutta değerlendirilen bir olgudur ve temel hedef özürlülerin topluma tam katılımıdır. Kısa bir süre öncesine kadar hem teorik yaklaşımlar hem de uygulamalar bireysel düzeydeydi. Özürlülüğün öncelikle medikal açıdan değerlendirildiği ve rehabilitasyon, özel eğitim gibi kurumsal düzenlemelerin yaygınlaştırılmaya çalışıldığı dönemler çok geride değildir. Söz konusu yaklaşımların belki de en önemli olumsuz etkisi özürlülerin eğitimi ve tedavisi için onları toplumdan dışlayan eden kurumların inşa edilmiş olmasıdır.

İkinci olarak özürlülük söylemini belirleyen argümanların temellendirildiği tarih “Batı tarihi”dir. Dünyanın hiçbir yerinde özürlüler modernliğin bir ürünü olan faşizm döneminde olduğu biçimde zulme uğramamışlar ve yok edilmemişlerdir. Dolayısıyla günümüzde özürlülük hareketinin omurgasını oluşturan argümanlar ki buna ayrımcılık konusunda yapılan vurgu da dahil Batı tarihi söz konusu olduğunda daha anlamlıdır.

Özürlülük söyleminin ayrılmaz bir parçasını özürlünün tanımlanma gayreti oluşturmaktadır ve günümüzde yaygın olarak kabul edilen ve kullanılan tanım da Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) geliştirdiği özürlünün “özel ihtiyaçları olan insan” olarak tanımlanmasıdır. İlk bakışta oldukça rafine, geleneksel tanımların aksine özürlülüğü belli eksikliklere göre değil de ihtiyaç ekseninde ele alan bu tanım başka bir açıdan değerlendirildiğinde ise karşımıza modernliğin ‘özel’i tanımlama sorunsalı karşımıza çıkar.

Modernlik dünyanın tek bir forma dönüşmesi anlamını taşımaktadır. Sosyolojik anlamda bir standartlaşma olarak okuyabileceğimiz bu durum içinde tanımlanması en güç olan alan “özel”dir, çünkü modern dünyada özel; genelleştirilmiş bir özeldir. Bahis konusu sorunsalı özürlülük alanına taşıdığımızda da toplumsalın genele göre bir sınıflandırılmasıyla karşılaşırız. Günümüz dünyasında özürlülük üzerine oluşturulan sosyal politikanın özürlülerin topluma tam katılımı olarak belirlenmiş olması da yine benzer bir sorunsalı karşımıza çıkarır. Modern toplum tek bir form içinde kurulmuş yapıya sahiptir. Şehirler, kurumlar, mekanlar yanında özele dair her şey belli bir standardı barındırmaktadır. Bugün özürlülüğün sorunları olarak sıralayabileceklerimiz modernliğin ürünü olarak karşımızdadır.

Bu bağlamı içinde dünya özürlülüğü hem teorik hem de pratik açıdan modernliğin sorunları çerçevesinde çözümlemeye çalışmaktadır. Özürlülük bu anlamıyla modernliğin ürünü bir fenomen olarak karşımızdadır.

Diğer yandan dünyada özürlülüğün bir sınıf olarak değerlendirilme gayreti yanında özürlülerden dünyanın en büyük azınlığı olarak da söz edilmektedir. Söz konusu yaklaşım yine modernliğin en önemli ürünlerinden biri olan “toplum”un kavramsallaştırılmasında karşımıza çıkan sorunları barındırmaktadır.

Modern toplumların sınıflı bir yapı taşıması ve toplumsal değişmenin sınıf mücadelesi bağlamında çözümlenmesi sosyolojinin en temel yaklaşımlarından olmasına karşın özürlülük konusunda sınıf temelli bir söylemin inşa edilmesi ve bu söylemin çerçevesinde özürlülerin dünyanın en büyük azınlığı olarak nitelendirilmesi hem teorik hem de pratik daha doğru deyişle küresel ve yerel bağlamlarda sorunlar barındırmaktadır.


Modernliğin Ürünü Olan Sorunlar

Modernliğin toplum kavramsallaştırması , toplumsal sorunların değerlendirilmesinde de önemli bir sorundur. Toplum kendi içinde bağlantısız ve bağımsız kesitlere ayrılmakta ve her kesit kendi evreninde yapılandırılmaktadır. Bu anlamda sosyal politika açısından “aile” toplumsal bir kurum olarak anlamlı bir değerlendirme ölçeği niteliğini kaybetmekte, çözüm bireyler ölçeğine indirgenmektedir.

İkinci bir problematik modernliğin toplumsal hareketlere yaklaşımıdır. Ulus devletlerin toplumsal hareketlerle ilişkisi politik alan açısından her dönem sorunlu olmuştur. Modernliğin en önemli ürünü olarak nitelendirebileceğimiz toplumsal hareketlerin hedefleri ulus devletler tarafından bir süreçte içselleştirilirken hareketin kendisi marjinalleştirilmiştir. Bugün özellikle kıta Avrupa’da kadın hareketi ya da yeşil hareket bu durumun en güzel örneklerini oluşturmaktadır.

Modernlik ekseninde toplumsal hareket, hakim paradigmanın eleştirisi üzerine yapılanan, bir hak mücadelesidir. Ancak süreç içerisinde toplumsal hareketler hakim paradigmanın belirleyiciliği ile “ötekileşen” ve bu anlamda da marjinalleşen bir seyre sürüklenmektedir.

Marjinalleşme toplumsal sorunun genel bir siyaset içinde çözümsüzlüğe itilmesi anlamını da barındırmaktadır. Bu anlamda özürlülüğün tarihsel açıdan çözümlenmesinde modernliğin “ötekileştiren” bir süreç olarak ele alınması önemli açılımlar sağlamaktadır. Ötekileştirme; bedene dayalı normallik algısının sunumu, ötekileştiren kurumsal yapı, ötekini bir kimlik ve bir kültür olarak değerlendirme, ötekileştirmeye karşı ötekinin gettolaşma eğilimi başlıklarında değerlendirilebilir.

Bedenin Ötekileştirilmesi

Modernliğin tarihsel açıdan en önemli ürünlerinden biri tartışmasız; faşizm’dir. Özürlülük açısından “mükemmel beden”in bir değer olarak değerlendirilmesi ve sunumu, başka bir deyişle bedenin tüketimi, özürlü açısından telafisi mümkün olmayan bir ayrımın da kurumsallaşmasını belirlemiştir.
Diğer boyutları dışında sadece medya bu konuda önemli bir araçtır. Medyada sürekli olarak fiziksel bütünlük, güzel vücuda sahip olma, fiziksel görünüm, sağlıklı olma, atletik yetenek vb. gibi unsurların vurgulanması özürlülüğe karşı olumsuz tutumun oluşmasına neden olan sosyokültürel faktörler arasında yer alır (Roessler ve Bolton, 1978; Wright, 1983) . Kişisel başarıya, rekabete, kâr getiren işlere verilen önem, özürlülüğe karşı olumsuz tutumu oluşturan diğer sosyokültürel faktörlere örnek olarak verilebilir (Safilios-Rothschild,1970) .

Ötekileştiren Kurumsallaşma

Özürlülüğün sorunları açısından “ayrımcılık” bağlamlı yaklaşımlar öncelikle özürlülük konusunda var olan kurumsal yapılardan kaynaklanmaktadır. Modernliğin kurum temelli mantığı özürlülük konusunda ciddi bir ayrımcılığı belirleyecek bir yapının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu durum “ayrımcılığın kurumsallaştırılması” olarak nitelendirilebilir. Bu anlayış çerçevesinde oluşturulan kurumlar sonuçta özürlüleri toplumdan ayıklayan yapılara dönüşmüşlerdir.
Söz konusu kurumsal yapılanmanın mantığında özürlülük önemli bir farklılık olarak değerlendirilmekte ve algıya göre de özürlülerin normalleştirilmesi gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Sonuçta kurumlar özürlüye “özel” kurumlar olarak karşımızdadır. Özürlü bireylerin normalliğe yaklaştırılması, aslında bir baskıdır. Özel eğitim ve rehabilitasyon işlemleri özürlü bireyleri, toplumun ana standartlarına uymaya zorlayan olaylara dönüşmektedir .
Eğitim de özürlülerin normalleştirilmesinde bir yol olarak kabul edilmektedir. Konanc ve Warren’ın belirttiği gibi; eğitim, toplumla bütünleşmeyi sağlayan bir yol olarak algılanmaktadır. Özellikle veliler, okul eğitiminden, özürlü çocuklarına, sosyal çevrelerinin normal üyeleri olabilme yeteneği sağlamasını beklemektedir. Ancak, gerçekte, yüksek beklentiler sıklıkla hayal kırıklıklarına yol açmaktadır. Konanc ve Warren’ın biraz gelişebilen özürlü bireylerin lise mezuniyetleri ve ebeveynlerinin tepkileri üzerine yaptıkları analiz göstermiştir ki; aileler, çocukları genellikle eğitimlerine devam etmeyi ve işe yerleşerek bağımsız yaşamlar kurmayı başaramayacakları için keder yaşamaktadır. Gerçekte onların lise sonrası eğitimlerindeki başarısızlıkları, genellikle özürlülüğün tedavi edilmesi gereken bir hastalık olarak algılanması ile ilişkilidir. Bu durumda, keder, değişime ait olmaya meyillidir, çünkü eğitim süresince bütünleşme problemi göz ardı edilmektedir. Ancak mezuniyet sonrası, sosyal engellerle karşılaşılmaktadır.

Ötekileştirilen Bilinç

Sosyal teori, sosyal hareketler ve sosyal politika arasında doğrudan korelasyonlar bulunmaktadır. Günümüz teorik çalışmalarında özürlülük olgusuna yaklaşımların tarihsel gelişimi; moral, medikal ve sosyal teoriler aracılığıyla çözümlenmekte ve gelinen bağlamda sosyal teorinin hem sosyal politika hem de özürlü hareketleri üzerindeki etkileri vurgulanmaktadır.

Modernliğin ve bu bağlamda sosyolojinin kavrayışında toplumsal hareketlerin önemli bir belirleyiciliği söz konusudur. Özürlülüğün kavranmasında da özürlü hakları hareketi ayrıştırılamaz bir yapıya sahiptir.

Herhangi bir sosyal hareket gibi özürlü hakları hareketi aşamalar halinde geliştiği söylenebilir ( Fuller & Myers 1942, Blumer 1971, Mauss 1975, Spector & Kitsuse 1977 ). Özürlü hakları hareketi üç aşamada gelişmiştir:

1 ) problemin tanımı,
2 ) çözümler,
3 ) sonuçlar.

Toplumsal bir soruna çözüm arayan toplumsal bir hareket, sorunu ve kaynağını açıklığa kavuşturacaktır. Yani hareket, hem yanlışın ne olduğunu, hem de sorunun kaynağının ne olduğunu saptayıp, açıklayarak problemi tanımlayacaktır (Fuller & Myers 1941, Blumer 1971, Spector & Kitsuse 1977).

Özürlü hakları hareketi bağlamında sorun, özürlü kişilerin dışlanması (marjinalleşmesi) ve sonucunda baskı altına alınmasıdır. Bu problemlerin kaynağı, ırkçılık ve cinsiyet ayrımcılığı gibi, kişisel düzeyde olduğu ve kurumsal uygulamalarla meydana çıktığı söylenir ( Oliver 1990). Özürlü hakları hareketi noktasından bakıldığında bu özürlülerin baskıcı marjinalleşmesinin, biraz önyargılar ya da yanlış kavramlardan kaynaklandığını fakat aynı zamanda iyi niyetlerden de “özürlü olmayan insanların kafasındaki özürlülerle ilişkilerinde açıkça görüldüğü gibi” kaynaklandığı görülür.

Birinci aşamasında, özürlü hakları hareketi,
1 ) özürlülerin marjinalleşmeye maruz kaldığı
2 ) böylece de baskıya maruz kaldıklarını öne sürdü.
Bu aşamada ilk olarak marjinalleşme tanımlandı ve onun ( marjinalleşmenin ) baskıcı yapısı ortaya çıktı. Özürlülerin karşılaştığı problemleri anlamak için özürlü hakları hareketi;
1 ) noksanlık, zayıflık, bozulma ve özür,
2 ) damgalama ve marjinalleştirme arasındaki ayrımı yaptı.
Eksiklik ve özürlülük arasındaki farklılığa ek olarak, özürlü hakları hareketi anlayışı damgalama ve marjinalleşme arasındaki faklılığı da içerir. “Damgalama, bireyin haysiyet kırıcı bir tutuma maruz kalması sürecidir” ( Goffman 1965: 4 ). Damgalanmış kişinin hayatın merkezindeki…sorun…”kabul edilmedir”. Özürlülerle ilişki halinde olanlar, özürlülere saygı ve önem verme konusunda başarısızdırlar. Kaldı ki özürlülerin bu zaten hakkıdır ( Goffman 1965:8 ).

Marjinalleşme ise bireyin sosyal hayatın dışında olma sürecidir. Bu durum, bireyin etkili bir şekilde “vatandaşlık, kaynaklar… eğitim ve çalışma, ev edinme konusunda özürlüyü reddeder…yaşamda” (Williams 1998) Yani, marjinal kişi sosyal hayatın idari ve ekonomik işleyişinden dışlanır. Dahası, marjinalleştirme kişinin kendi hayatı üzerindeki otoritesini elinden alır.

Damgalama ve marjinalleştirme, her biri eksikliği olan kişiyi sosyal hayatın dışına iter. Ve her biri insanları özürlü kılar. İkisi arasındaki önemli farklılık, damgalamanın genellikle bire bir ilişkilerin yaşandığı aile, arkadaş çevresi, komşular ve iş yerindeki samimi gruplar da kendiliğinden meydana gelen, “kişisel ve resmi olmayan bir yapıda olmasıdır” (Michener & Delamater 1999).

Marjinalleşme ise, bürokrasi gibi, samimi olmayan, “resmi ve kendiliğinden olmayan” (Michener & DeLamater 1999) ilişkilerin yaşandığı daha ikincil (tali) bir çevrede oluşur. Hatta, marjinalleşme bireyin içinde yaşadığı toplumdaki ekonomik ve idari ilişkilerine de yansır. Bu yüzden, “marjinalleşmiş bir dünyada kendileri özürlü olduğundan dolayı, kaliteli ve işinde yeterli çalışanları geri çevirirler (Hunt 1998:14 ). Bu öyle bir dünyadır ki, özürlülere ilişkin sosyal politikaları belirlerken, özürlülerin katılmadığı toplantılar yapılır. Onlar hakkındaki pek çok şey onlar olmadan yapılır.

Özürlü hakları, ne marjinalleşmiş ne de damgalanmış özürlülerle ilgilenir. Hareket daha çok özürlülerin ekonomik ve politik haklarıyla ilgilenir, iş hakkı, kendini ifade hakkı, (özgürlük), kendi karar verme hakkı (self-determanition) ve kendi hayatına egemen olma hakkı gibi “damgalamayı yardımcı ya da faydalı bir anlayış olarak ele almaz”. Damgalamanın analizi daha çok yakın çevreyi ele alır, ekonomik ve politik haklar üzerinde durmaz ( Oliver 1990). Yani, hareket marjinalleşme üzerinde durur.

Böylece, hareketin amacı özürlülerin gerçekten şunları söyleyebildiği bir dünya yaratmaktır.

“....Biz, kendi hayatımızın sorumluluğunu üstlenebiliriz,…başkalarının bizim ilişkilerimizi yönetmesine ihtiyacımız yok, bizim için en iyi olanı en iyi biz biliriz, kendi organizasyonlarımızı ve programlarımızı kontrol edebilir ve… doğrudan bizi etkileyecek olan hükümet fonlarını, sosyal politikayı ve ekonomik yatırımların üzerinde etki edebiliriz…” (Charlton 1998 : 128 ).

Özürlü hakları hareketinin temel yaklaşımı sosyal model olarak adlandırılmaktadır. Sosyal modelin kendisini yapılandırdığı ötekisi “tıbbi model” dir. Tıbbi modelin odak noktası, özürlü insanların fiziksel ve biyolojik durumudur. Ayrıca, tıbbi model özürlülüğü, daha sonra bireyin “normal yaşama” dönebileceği ya da mümkün olduğunca yaklaşabileceği, onarılabilir, ve daha da önemlisi onarılması gereken bir durum olarak görür. Başka deyişle, tıbbi model özrü olan bir insanı, örneğin, kızamık gibi bir hastalığa yakalanmış insan olarak ele alır. Bunun sonucunda, tıbbi model özrü /engeli olan bir insanın rahatsız ya da hasta birisi gibi davranmasını ister, yani bir “hasta insan rolü” oynamasını varsayar.

Böylece, tıbbi model bir makullük yapısı, yani hasta rolünün ayrıcalıklarını ve yükümlülüklerini tanımlayan örtülü öncüllerinin, özürlülüğü olan insanları kontrol eden, hatta bunaltan, ve onları özürlü ve insanlıktan çıkmış olarak ele alan bir politikalar ve prosedürler seti oluşturmaktadır. Ne yazık ki, “hasta rolü [özürlü] insanın kendi işlerinin üstesinden gelmesiyle ilgili yükümlülüklerini iptal eder”. Gerçekten de, bu rol onları, özürlülük “devam ettiği sürece, bir hasta olarak bağımlılıklarını normatif bir şekilde kabul etmeye” teşvik etmektedir. ( Crewe ve diğerleri 1983)

Fakat, Kassenbaum ve Baumann’ın ( 1965 ) öne sürdüğü gibi,

“hastalığın” ya da sakatlığın “geçici olmadığı” durumlarda, …. [hasta] rolü ile ilgili beklentiler açıkça uygulanabilir değildir. özürlülük, geçici olmak dışında her şekilde olabilir, bütün hayat boyunca devam edebilir. Ayrıca, engelli insanların karşılaştıkları problemleri “bir tıbbi problem olarak tanımlamak, buna uygun bir çözüm yolunu da varsayar … bu insanların hayatlarının müttefik [tıp ya da sağlık] uzmanları ordusu tarafından domine edilebileceği gibi” ( Barnes ve diğerleri 1999.25).

Böylece özürlü ( hasta ) insan kendi başına aktif olmak yerine pasiftir, teknik olarak ehil sağlık uzmanları tarafından etki altındadır. Sonuçta, Charlton’un ( 1998:53 ) da belirttiği gibi, engelli insanları … kendi hayatlarının sorumluluğunu alamaz gibi gören” bir çeşit paternalizm (vesayetçilik) söz konusudur. Kısacası, hasta rolü özürlü insanı bağımsızlıktan, yani, insan kişiliğinin temel özelliği olan, kendi hayat meselelerini kontrol etme durumundan yoksun bırakır. Özürlü hakları hareketi, başlangıç safhasında, tıbbi modeli eziyet verici, toplumdan dışlanmanın ana kaynağı, sağlıklı, özürlü olmayan insanların üstünlüğü; ve bu yüzden de özürlü insanların bunaltıcı marjinalleşmesinin ana kaynağı olarak görür.

İkinci safhasında hareket, tıbbi modelin egemenliğini kırmaya ve bunu yeni bir modelle değiştirmeye çalışır. Hareket ayrıca, özürlüleri kendi haklarını vatandaş olarak koruyabilmelerini ve ulusal ekonomide üretken rol üstlenmelerini mümkün kılacak yasalar yapılmasını, ve yeni modelin uygulandığı ve engellilerin vatandaş olarak ulusal ekonomide üretken rol almalarına izin veren bağımsız yaşama merkezlerinin oluşturulmasını talep eder.

Genel olarak, özürlü hakları hareketinin, engelli insanların bunaltıcı bir şekilde marjinalleşmesi problemine karşı öne sürdüğü çözüm önerisi üç başlı bir yaklaşımı içermektedir:

1) Özürlülüğü anlamanın uygun bir modeli olarak, tıbbi modele meydan okuyan ve bunun yeni birisiyle ikame edilmesini öneren sosyal bir modele sahip ideolojik yaklaşım;

2) Özürlülerin haklarını garanti eden yeni yasalar öneren yasamacı yaklaşım; ve,

3) Özrü olanların kendi başarılarından ( ya da başarısızlıklarından ) sorumlu olabildikleri Bağımsız Yaşam Merkezleri kurulmasını öneren örgütsel yaklaşım.

Hareketin önerdiği revizyona, yani sosyal modele göre, özürlülük durumu bireyin özürlü olmasının tahammül edilebilir, gerekli bir sonucu değil, büyük ölçüde toplumun özürlülüğe tepkisinin yarattığı bir şeydir. Gerçekten de, kişiyi engelli durumuna getiren özrün kendisi değil, toplumun özürlüğe tepkisidir. Ayrıca, bu türden bir toplumsal tepki, özürlü insanların bağımsızlığını mazeretsiz bir şekilde reddeden bir adaletsizliğe neden olmaktadır. Bunun dışında, eğer engellilik durumu, özürlü hakları hareketinin iddia ettiği gibi, bir sosyal operasyon ise, “o zaman engelli insanlar, koşulların bireysel kurbanları yerine, … toplumun kolektif kurbanları olarak görülecektir ( Oliver 1990:2 ). Ayrıca, eğer özürlülük durumu toplumun uyardığı opresyonun bir sonucu ise, bu operasyonun elimine (ayrıştırma) edilmesi, veya en azından azaltılması, uygun yasaların kabul edilmesi gibi, toplumsal bir eylem gerektirir. Bu yüzden özürlülük durumu için yeni bir tanım, yeni bir model önermek hareket için çok önemlidir.

Yukarıda değinildiği gibi, yeni model iki ön kabule dayanmaktadır:

1 ) Sosyal koşullar, özürlü insanı değil, özrün kendisini bir engellilik durumuna dönüştürmektedir;

2 ) Özürlülerle ilgili çabaların odak noktası, özrün kendisi değil, bu insanların kişilikleri, yani, kendi engellilik durumları ile birlikte nasıl yaşayacaklarına dair bağımsız kararlar alma yetisi ve hakkı olmalıdır. Yani, söz konusu olan “özürlü bir insanın refahı” değil, söz konusu olan “özürlü insanların, insan haklarıdır” ( Charlton 1998: 115 ).

Başka bir deyişle, sosyal modelin ilk ön kabulü özürlülük durumunun bir sosyal yapı ve sosyal yaratım olduğudur ( bak. Oliver 1990:82-83 ). Özürlülük bireysel ve kolektif bir şekilde, özürlü olmayan insanların görüşleri sonucunda inşa edilmiştir ve düşmanca sosyal tavırlarla ve engellilerle olan karşılaşmalarda yada temel ilişkilerde onların damgalanmasıyla ifade edilmektedir. Bununla beraber, özürlülük aynı zamanda, toplumun, devleti ve ekonomiyi karakterize eden ikincil ilişkilerde özürlülerin karşılaştığı sınırlamalardan açıkça görülen yasalarının, politikalarının ve kurumsallaşmış alışkanlıklarının sonucu olarak bir toplumun yarattığı bir şeydir. Kısacası, birinci ön kabul özürlülük durumunun eksikliğin doğrudan sonucu değil, sosyal kısıtlamaların sonucu olduğudur. Bu tür kısıtlamalar, örneğin, binalara girişlerdeki zorlukların (özürlülerin kullanması için rampa yada asansörlerin olamaması), zeka ve sosyal yetenekle ilgili tartışılır anlayışların (özürlülerin aynı zamanda aptal ve kendilerine bakamayacak kadar yeteneksiz olduklarının düşünülmesi gibi), genel nüfusun işaret dilini kullanamamasının, körlerin okuyabileceği okuma materyallerinin eksikliğinin yada gözle görülmeyen engellere sahip insanlara (akıl hastalığı gibi) yönelik düşmanca kamusal tavırların sonucu olarak ortaya çıkabilmektedir (Oliver 1990: xiv ).

Özet olarak, özürlü insanlar, “yürüyebilen, mükemmel görme ve işitmeye sahip, net konuşabilen, ve zeka olarak hünerli olan insanların ihtiyaçlarına uyarlanmış bir toplum tarafından, özürlü duruma getirilmektedir” ( Brisenden 1998:23 ).

Sosyal modelin ikinci ön kabulü, özürlü insanların mümkün olduğunca kendi hayatlarını kontrol edebilmesi ve bunu yapması gerektiğidir. Yani, her şeyden önce, onların kişiliğine, mazeretsiz kısıtlamalara maruz kalmadan bağımsız olabilmelerine, kendi tercihlerini yapabilmelerine, ve bunları gerçekleştirebilmelerine saygı duyulmalıdır. Bu ön kabul, sakatlığı olan yada olmayan her bir insanın yapabileceği ve yapamayacağı bir dizi şey, “bireye özgü olan zihinsel ve fiziksel beceriler dizisi” olduğu görüşüyle geliştirilmiştir (Brisenden 1998: 23 ). Ayrıca sosyal model, özrün kendisinin bir insana özürlü birisiyle ilgili fikir vermesi gerektiği görüşüne dayalı politika ve pratiği reddetmeyi makul bulmaktadır. Yani, model, kişiliğin, “insanlığın ortadan kaldırılmasını ve engelli insanın kendi haline bırakılmasını” makul görmemektedir ( Charlton 1989:54 ). Charlton’un belirttiği gibi insanlar,

“kör, sağır, özürlü gibi isimlerle tanımlanmamalıdır, çünkü bu durumda “onların kişilikleri durumlarıyla özdeşleştirilmektedirler”.

Bunun aksine, sosyal model, özürlülüğün biçimi veya derecesi ne olursa olsun, herkesin bağımsızlığına ( otonomi ) saygı duyulması gerektiğini talep eder. Bu talebin nedenlerinden biri, özürlülüğün uzun vadeli, hatta ömür boyu bir tedavi gerektirebileceğidir. Yukarıda belirtildiği gibi, tıbbi model uygulanıyor olsaydı, özürlü bir insan, hiçbir soru sormadan önerilen tedaviyi, bağımsızlıklarının askıya alınmasını pasifçe kabul etmesi beklenen ömür boyu bir hasta haline gelirdi. Fakat, bağımsızlığa önem veren sosyal model, “tedaviden ilgiye geçilmesini” (Zola 1983:54 ) ve tedavinin “artık doktorun yaptığı ve hastanın kabul ettiği bir süreç olmadığının” kabul edilmesini talep etmektedir. Tabii ki, söz konusu önkabul, “fiziksel olarak işler olmaya karşı çıkmayı istememekte, … sadece tercihi, riski ve kendini-hayatını-belirleyebilme hakkını ( self-determination ) vurgulamaktadır” (Varela 1983:44 ). Bununla beraber, bu ön kabule göre, “tedavinin başarılı olabilmesi için, … hastanın aktif katılımcı olması gerekir” ( Zola 1983:54 ). Ayrıca, bağımsızlıkla ilgili ikinci ön kabule göre ise, özürlü insanların “kendileri için tıbbi olanlar dahil bir çok konuda karar alabilmelerine” izin verilmesi ve hatta bunun teşvik edilmesi kabul edilmelidir ( Brisenden 1998:25 ). Herkes özürlü bir insanın bağımsızlığı konusunu değerlendirmeli ve bunun, bireyin kontrol hakkını elinden almadan nasıl teşvik edilebileceği ve yardım edilebileceği sorusunu sormalıdır (Brisenden 1985:25 ).


Ötekinin Kültürü

Modernliğin ötekileştiren yapısı, toplumsalı çözümlemede de belirleyici olmaktadır. Sosyologlar son yıllarda özürlüler ve özürlülükle ilgili farklı tartışmalar yapmaktadır. Bu tartışmaların temel noktasını “özürlülük kültürü” olup olmadığına ilişkin soru oluşturmaktadır .

Bu soruyu açıklamaya yönelik yürütülen çalışmalarda engelli bireylerin % 74’ünün kendini toplumun diğer bireylerinden farklı, % 45’inin kendini bir azınlık mensubu olarak gördüğü saptanmıştır. Bazı engelliler ise “engelinin” yaşamı ve kendini ifade etmede önemli bir etkisi olmadığını ifade etmişlerdir. Hatta engelini “yaşamında yapabileceklerinin lezzeti” olarak görenler de vardır. “Engellilik kültürü” konusu farklı bakış açıları ile son yıllarda yapılan tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır (Peters , 2000).

Ötekinin Gettolaşması
Özürlülük kültürü açısından en doğrudan kurumlaşma örneği “Bağımsız Yaşam Merkezleri”dir. Sosyal modelin yaygınlaşması özürlü insanların topluma girmeye yönelik çabalarını ve kendi çabalarının başarısından ( yada başarısızlığından) sorumlu olabilmelerini teşvik edecek bağımsız yaşam merkezlerinin yaratılmasını öngörmektedir . Programlarındaki farklılıklara rağmen, bağımsız yaşam merkezleri “bağımsızlığı seçme özgürlüğü olarak” tanımlamakta (Kasnitz&Shuttleworth 1999:14 ) ve bir yerel topluluktaki özürlü insanların ihtiyaç duyduğu hizmetlerin, “kendi hayatlarını belirleme hakkını artıracak ve diğer insanlara olan bağımlılıklarını minimize edecek” şekilde sağlanmasını bir amaç olarak kabul etmektedir (Frieden 1983:62).
Bu amaca ulaşmak için önerilen hizmetler “konut edindirme yardımı, refakatçi bakımı, okuyucular ve / veya tercümanlar, ergen danışma, finansal ve yasal danışmanlık ve topluluktan haberdar olma ve engellerin kaldırılması programlarını” içerebilir (Frieden 1983:64). Bu tür hizmetler, doğal olarak, özürlülüğün bir engellilik durumuna dönüşüp dönüşmediğinin belirlenmesinde önemli olan çevresel faktörler üzerinde odaklandıkları için, özürlü hakları hareketinin ve engellilikle ilgili sosyal modelin ideolojisiyle uyum içindedir. Bu hizmetler, DeJong’un (1983:22) “uzman ve hasta arasındaki ilişkinin bağımlılığı-artırıcı özellikleri” diye adlandırdığı şeyden kaçınmaya gayret ettikleri için de sosyal modelle uyumludur. Böylece, merkezler, ister doktor ister fizyo-terapist olsun, sağlık uzmanlarının müdahalelerine bağımlı olmayı minimize ( en aza indirmek) etmeye ve savunmanın kullanılmasını, ergen danışmayı ve fiziksel, sosyal ve diğer çevresel engelleri ortadan kaldırmak için kendine-yardım etmeyi maksimize (en yükseğe çıkartmak ) etmeye çalışmaktadır.

Dahası, “kendine-bakabilmenin, hareketliliğin ve istihdamın önemini kavrayarak, bağımsız yaşam merkezleri sonuçların daha geniş bir şekilde bir araya getirilmesini vurgulamaktadır” ( DeJong 1983:24). Böylece, merkezler, örneğin, kazançlı istihdamı “bir insanın bağımsız olabilmesinin sadece bir yolu olarak” görmekte ve bir insanın “aile ve topluluk hayatına katkı yaparak” da üretken olabileceğini kabul etmekteler ( Tate&Lee 1983:11 ). Ayrıca, sağlık uzmanları “bağımsızlığı, yardım almadan yıkanabilme, giyinebilme, tuvaletini yapabilme, yemek pişirebilme ve yiyebilme gibi kendine-bakabilme faaliyetleri terimleriyle tanımlamaya eğilimli iken ( Oliver 1990:91 ), bağımsız yaşam merkezleri böyle yapmıyor. Onlar, “bağımsızlığı, bazı şeyleri tek başına ve yardım almadan yapabilme yerine, kendi hayatını kontrol edebilme ve hayatıyla ilgili kararlar alabilme olarak görmekte ve böylece farklı bir tanımlama yapmaktalar” ( Oliver 1990:91 ). Böylece, bazı durumlarda, kendine-bakabilmenin önemi bağımsız yaşam merkezlerince sorgulanmaktadır. Örneğin, “birisinin yardımıyla on beş dakikada giyinebilen ve sonra da bir iş günü kadar izinli olan bir insanın, iki saatte giyinen ve daha sonra da evde kapalı kalan bir insana göre daha bağımsız olduğu” söylenebilir ( DeJong 1983:24 ).

Daha genel olarak, bağımsızlık kavramı, “çevremizi daha erişilebilir kılan hizmetlerin ( örneğin, kişisel bakım yardımı, işaret dili yorumlaması gibi ), bağımlılığı yansıtmaktan çok, bağımsızlığı teşvik edici olarak ele alacak şekilde” yeniden tanımlanmıştır (Robertson 1998:34 ). Benzer şekilde, “daha geniş bir faaliyet alanını mümkün kılan adaptif ( uyarlamalı ) teçhizat” özgürlüğü artırıcı olarak görülmektedir ( Robertson 1998:34 ). Böylece, “bir insan tekerlekli sandalyeye mahkum değildir, tekerlekli sandalyeyi kullanmaktadır” (Robertson 1998:34 ). Özürlü hakları harekatı, böylece, “bağımsızlığı”, genelde yapıldığı gibi, kimseye ihtiyacı olmayan ve kırda kendi başına yaşayabilen tamamen kendine-güvenen, kendine-yeterli olan bir birey olarak tanımlamamaya eğilimliler ( Bak: Bellah, Madsen, Sullivan, Swidler&Tipton 1985; Slater 1971 ). Bunun aksine, hareket bağımsızlığın modern toplumdaki kaçınılmazlığını kabul etmektedir (ayrıca bak: Reindal 1999, Ells 2001, ve Smith 2001 ). Gerçekten de, Crewe & Harkins’in ( 1983 : 328 ) gözlemlediği gibi, “Bugün Batı toplumunda yaşayan hiç birimiz tamamen bağımsız değildir”. Çok az insan kendi ekmeğini pişirmekte, kendi elbisesini dikmekte veya kendi evini yapmaktadır. Kısacası, “herkes, tam bağımsızlıkla tam bağımlılık arasındaki devamlılığın ortasında bir yerdedir” ( Crewe & Harkins 1983:328 ). Sonuçta; hareket, bağımsızlıktaki artışı, bir insanın kendi başına yapabileceği şeylerin sayısındaki artış olarak değil, bir insanın özerkliğindeki artış olarak, yani bir insanın kendi kararlarını alabilmesi ve bunları taşıyabilmesindeki artış olarak ele almaktadır.

Özet olarak, Zola’nın ( 1982 : 396 ) söylediği gibi, bağımsız yaşam merkezleri, “bağımsız yaşamın, sadece yapabileceğimiz fiziki şeylerin kalitesini değil, izleyebileceğimiz hayatın da kalitesini içermesi gerektiği” fikrini savunmaktalar. Böylece, bağımsız yaşam merkezinin hedefi, özürlü insanlara, kendi kararlarını alabilmelerini önleyerek özerkliklerini baltalayan engelleri aşmakta yardım ederek, onların yaşam kalitelerini iyileştirmektir. Ancak bu hedefe ulaşıldığında, engelli hakları harekatı başarılı olduğunu iddia edebilir.
Başarılı bir bağımsız yaşam merkezi özürlü insanların kendi yaşamlarını kontrol ettikleri, kendi kararlarını kendileri verdikleri ve belki biraz yardım alarak bu kararları hayata geçirdikleri yerlerdir. Kısacası başarılı bir merkez zayıf olmalarına karşın özürlü statüsünde olmakta ısrar eden, yani baskı altında olmakta ve toplumun dışında kalmakta ısrar eden yarı bağımsız insanlarla dolu yerlerdir. Bu tarz başarılara daha sık rastlandıkça ve bu başarılar gözle görülür düzeyde oldukça hem merkezin içindeki hem de dışındaki özürlü insanların dikkatini çekmektedir. Charlton’un ( 1998: 118 ) belirttiği gibi, arttırılmış bilinç, özürlü olma halinin acınacak bir tıbbi durumdan çok sosyal bir durum olarak görülmesi bilincinin yerleştirilmesini de kapsamaktadır. Bu türden bir arttırılmış bilincin olası iki sonucu şunlardır: 1 ) güçlendirilmiş bir bilinç ve 2 ) kim ve ne oldukları konusunda utanç duyan özürlülerin bu duygularının gurur duygusuyla değiştirilmesi.
İlk olarak, başarı başarıyı doğurduğu için, özürlü olmaya yol açan sosyal kaynaklar fark edildiği için ve bağımsız hareket eden insanların sayısı gitgide arttığı için bu insanların arttırılmış bilinçleri güçlendirilmiş bilince dönüştürülebilir. Güçlendirilmiş bilinç, başkalarını güçlendirmek için beraber hareket etme ve yaşamın gereksinimleri karşısında aktif ve kolektif bir kontrol sağlama anlamına gelmektedir. Bu gereksinimler, yerleşme, eğitim, kişisel ilişkiler ve aile ilişkileri, saygı, bağımsızlık vs. olabilmektedir (Charlton 1998 : 119 ). Yani, gitgide daha fazla sayıda insan kendi yaşamlarında başkaları adına eylemci olmaktadır.
Buna ek olarak, güçlendirilmiş bilinci oluşturmak için artırılmış bilinç, zayıflığı olan insanların kim ve ne oldukları açısından gururdan çok utancı güçlendirebilir. Yani, bu kişiler kendilerini toplumun geri kalanından ayrı olarak nitelendiren özellikleriyle gurur duyabilirler ve bu onların kim olduklarına katkıda bulunabilir. Ortaya çıkabilecek sonuçlardan biri, bireyin gerek zayıf gerekse zayıf olmayan özelliklerinin tümünü kapsayan pozitif bir bireysel kimliğinin gelişmesidir. Diğer bir ifadeyle, zayıflığı bir kusur olarak görmektense zayıflığı olan insanlar kendi zayıflıklarını bütünüyle gurur duydukları benliklerinin bir parçası olarak göreceklerdir (Robertson 1998 : 32 ).
Bu tür bir gurur, diğer tüm gururlar gibi yalnızca bir düşüşten ya da insanların düşüş olarak nitelendirdikleri şeyden önce gelir. Örneğin, sağır insanların bazıları kulakta implantasyonuna ( tedavi amacıyla vücudun içine sert bir cisim koyma, çevirenin notu ) karşı çıkar. Bu tür bir implantasyon yönteminde bilgisayar kontrollü bir cihaz kulağa sokulur. Bu cihaz beynin ses olarak algıladığı bazı sinyalleri beyne taşıyarak sağır kişinin duymasını sağlar. Pek çok kişi sağırlığı düzeltilecek ya da ortadan kaldırılacak bir patoloji olarak gördüğü için bu operasyonu reddeder (Shapiro 1993 [1981]: 224; bkz. 1992: 203-238 ).
Sağırlığı bütünün, bireyin bir parçası olarak gören kişiler için bu tür bir operasyon gereksizdir. İşitme yetisinin kullanıldığı bir toplumda yaşayan bireylerin pek çoğu sağırlığı kabul etmeyi garip hatta anlaşılmaz bulmaktadır. Öte yandan, belirtilen engelleri olan kişilerin özerkliklerinin kabul edilmesi onaylandığı zaman bu kişilerin kendi kimliklerini seçme hakkının kabul edilebilmesi de önem kazanmaktadır. Belki bazı noktalarda savunucu bir grup olan Ulusal Sağırlar Kurumunun sağır bir çocuğa kulakta implantasyonu yapılmadan önce sağır bir kimliğe mi yoksa, işiten bir insan kimliğine mi sahip olmak istediğine karar verecek yaşa gelmesinin beklenmesi yolundaki önerisi (Shapiro 1993 [1981]: 224 ) hiç de anlaşılmaz ya da garip görünmeyecektir. ( Bkz: Hollins 2000 ).
Şüphesiz kişinin özrünü onun benliğinin bir parçası olarak görmek bu özrün ortadan kaldırılmasında karşılaşılan direnç unsurlarını yok edecektir. Bu tür bir görüş özürlü insanların kendilerini, kendi sembolleri, inançları ve değerleri olan farklı bir azınlık gurubun parçası olarak görmelerini sağlayacaktır (Robertson 1998: 32 ). Aslında bu tür bir kültür içersinde bilinç, Hahn’ın (1988:27) herkesin şu şekilde hatırladığına inandığı ifadesi ile benzerlik taşıyabilir: “tarih, güzellik anlayışının sürekli değiştiğinin, ve fiziksel farklılıkların ve özürlerin bazen ilgi çekici ve hoş olarak düşünüldüğünün kanıtlarıyla doludur”. Özetle, özürlü olmak güzel olabilir. Dahası, bu tür bir kültür, özürlü hakları hareketinin sosyal (dahil edilme) ve siyasi ( yetkilendirme) gündemini destekleyebilir. Bu kültür anlayışı aynı zamanda şu düşünceyi de destekleyebilir: “kadınlar ve zenciler gibi özürlülerde de tarih sürecinde hangi noktaya ilerlemeleri gerektiği konusunda karar vermelerinin gerektiği noktaya ulaşmışlardır” ( Zola 1983: 57 ).


II
Küreselleşme, AB ve Özürlüler Politikası


Özürlülük olgusunun dünyada sorunları çözümlenmiş ve özürlülük konusunda dikkate değer düzenlemeler gerçekleştirilmiş olduğu düşünülmemelidir. Özürlülük küreselleşme krizi ile birlikte tüm toplumlar için sosyal politikanın en sorunlu alanı olarak karşımızdadır. 1980’Ler itibariyle dünyada başlayan ve sürekliliğe dönüşen “özürlüler yılları” ve sonu gelmeyen “eylem planları” bu alanda ortada olan bir çözümsüzlüğün göstergeleridir de.

Ulusal ölçekte geliştirilen bağlamların küresel ölçekte standarda dönüşmesi olarak değerlendirebileceğimiz küreselleşme süreci en doğrudan özürlülük konusunda okunabilir bir durumdur.

Standart Kurallar

Özürlüler politikalarının standart kurallar ekseninde çözümlenmesi, özürlülük olgusunun kavranmasında karşımıza çıkan sorunları başka deyişle modernlik paradigmasına indirgemenin boyutlarını sunar.

Sosyal politika bağlamında özürlüler politikalarının temel referansları Birleşmiş Milletlerin bu alanda ortaya koyduğu çalışmalardır. BM, özürlü politikalarının yoğunlaşması gereken sekiz kritik alanı belirlemiştir. Bunlar, ulaşılabilirlik, eğitim, istihdam, gelir sağlama ve sosyal güvence, aile yaşamı ve kişisel entegrasyon, kültür, eğlence-spor ve din’dir.

Bu çerçevede AB’nin de özürlülükle ilgili politikaları uluslar arası düzeyde Birleşmiş Milletlerin 1993 yılında kabul ettiği “Fırsat Eşitliği Konusunda Özürlüler İçin Standart Kurallar İlke Kararı”na dayandırılmaktadır. Söz konusu standart kuralların izlenmesi için AB Komisyonu “Özürlüler İçin Fırsat Eşitliği” başlıklı bir tebliğ yayınlamıştır. Benzer bir durum Asya-Pasifik ülkelerinin özürlüler politikaları için de geçerlidir.

Özürlülük konusunda sosyal politikaları belirleyen deklarasyonların somut karşılıkları eylem planlarıdır. Söz konusu eylem planlarında karşımıza çıkan başlıklar (indirgeme)yanında benzer üslup da içerik analizi açısından önemli birer göstergelerdir .
Söz konusu göstergeler küreselleşmenin belirlediği sorunlar açısından özel bir öneme sahiptir ve eylem planlarındaki toplumsal bağlamı söken, olgunun yerel dinamiklerini göz ardı ederek sosyal politikayı toplum üstü bir bağlama sürükleyen yapısı, anlamlı bir okumayı da belirlemektedir. Bu konuda değerlendirilebilecek en kapsamlı planlar Asya-Pasifik ülkelerinde ortaya konulanlardır. Asya ve Pasifik Bölgesinde özürlüler için engelsiz ve hakka dayalı ve bütünleştirici toplum oluşturma hedeflerini gerçekleştirmek ve bu yönde harekete geçmek için Biwako Bin yıl Eylem Çerçevesi oluşturulmuştur . Özürlülüğün sorunlarının ortaya konuluşu açısından değerlendirildiğinde sorumluluğu devlet dışında tüm kesimlere dağıtan bir mantık yanında sorunları tüm dünyada benzeştiren bir küreselleşme okumasının geçerli olduğu bir söyleme sahip olan planlar, doğrudan pratiğe geçirilebilir nitelikte de değildir. Eylem planları doğrudan, sonuç alıcı takvimler içermesi karşısında stratejik değil kültürel beklentiler çerçevesinde inşa edilmişlerdir.
Bu bağlam içinde kurgulanan sosyal politikanın temel hedefi özürlülerin topluma tam katılımıdır. Topluma tam katılım, “fırsat eşitliği” bağlamına dayandırılmaktadır . Standart Kurallarda, “özürlülük” ile “engellilik” arasında ayrım yapılmaktadır. “Özürlülük” terimi, dünyanın herhangi bir ülkesinde, herhangi bir kesimin karşılaştığı çok sayıda ve değişik işlevsel sınırlılıkları özetlemektedir. İnsanlar, bedensel, zihinsel ya da duygusal açıdan özürlü olabilecekleri gibi tıbbi koşulları ya da zihinsel hastalıkları nedeniyle de bu durumda olabilirler. Bu tür kusurlar, koşullar ya da hastalıklar geçici de olabilir kalıcı da. “Engellilik” terimi ise, toplum yaşamında, başkalarıyla eşit düzeyde yer alma fırsatlarının yitirilmesi ya da sınırlanması anlamına gelir. Bu içeriğiyle terim, özürlü bir insan ile çevresi arasındaki karşılaşmayı anlatır. Bu terimin kullanılmasının amacı, çevrede ve toplumdaki birçok örgütlü etkinlikte (örneğin; bilgilendirme, iletişim ve eğitim gibi alanlarda) var olup özürlülerin eşit koşullarda katılımını önleyen eksikliklerin vurgulanmasıdır.
Standart kurallar çerçevesinde ortaya konulan sosyal politikanın izdüşümünü Dünya Sağlık Örgütünün çalışmalarında da bulmak mümkündür. Çalışmalarını medikal ve sosyal yaklaşımların etkisi altında sürdüren WHO, özürlülükle ilgili standart ve küresel ölçekte değerlendirmelerde bulunmaktadır.
Buna göre özürlülük içeriği ve kapsamı sürekli genişleyen dinamik bir fenomendir. Fenomeninin dinamik yapısı özürlülüğün farklı bağlamlarda değerlendirilmesi yanında karşıladığı olgunun karakteristiğinden kaynaklanmaktadır. Özürlülük toplumsal boyutta gelişmişlik veya azgelişmişlik gibi kriterlerle doğrudan değerlendirilemeyen bir olgudur ve endüstrileşmiş ve nüfus profilinde yaşlılık oranı yükselen toplumlarda özürlülük oranı diğer toplumlara göre yüksektir .
Bu doğrultuda da özürlüler politikasının öncelikleri istihdam, yaşlılık ve süreğen hastalıklar başlıklarına indirgenmektedir.
Bu değerlendirmeler çerçevesinde yaşlılığın özür nedeni olması yanında süreğen hastalıklarda ortaya çıkan yaygınlaşma özürlülük oranını yükseltmektedir. Yaşam süresi sürekli olarak artmakta ve gelişmekte olan dünyada yaşlı nüfusun ölüm oranları düşmektedir. Yaşlı nüfusun uzun süreli bakım ihtiyaçları, gelir ve sağlığın topluma maliyetinin politikayı etkilemesi nedeniyle olgu önem kazanmaktadır .

Bu yaklaşımlar çerçevesinde sosyal politika önceliklerini özürlülüğün ekonomik boyutu ekseninde kurmakla kalmamakta özürlülük olgusunun tasnifini de yeniden yapılandırmaktadır .

Genel olarak kullanılan özürlülük tasnifi “ağır özürlülük” merkezinde değerlendirilmektedir. Bu tasnife göre süreğen hastaların üçte biri ve ortopedik özürlülerin önemli bir bölümü ağır özürlüdür. Özürlülerin topluma tam katılım hedefi ve standart kurallar açısından değerlendirildiğinde özürlülük profili içinde ağır özürlülük; özürlülük olgusunun topluma maliyeti açısından ekonomik bir olgudur. Bu bağlamda WHO’nun çalışmaları yoğunluklu olarak özürlülüğün ölçülmesi üzerinedir .



AB ve Özürlüler Politikası

Avrupa Birliği ülkelerinde özürlülük konusunda kurumsallık açısından homojen bir yapı bulunmamaktadır. İngiltere, Almanya, Hollanda ve Danimarka’nın diğer ülkelere göre daha oturmuş bir kurumsallığa sahip olduğu açık olmasına karşın söz konusu ülkelerde dahi özürlülük konusunda yekpare uygulamalardan söz edilemez. Özürlülük konusunda temel bir politika çerçevesinde kurumsal yapıları yeniden düzenleme çabası özürlülük konusunda daha sorunlu olan ülkelerde (İtalya, İspanya) gözlenmektedir. Ancak sosyal güvenlik sistemlerinde varolan önemli altyapı özürlülerin diğer ülkelerle kıyaslanmayacak oranda haklara sahip duruma getirmiştir.

AB politikalarında özürlülükle ilgili düzenlemeler genel olarak değerlendirildiğinde sosyal modelin ürünüdürler. Bu yaklaşıma göre özürlüler toplumda yaşayan en dezavantajlı grup olarak nitelendirilmekte ve özürlüler sürekli olarak sosyal hayatın tüm alanlarında engellerle karşılaşmaktadırlar. Bu engeller kişileri, fiziksel eksikliklerinden kaynaklanan engellerden daha fazla kısıtlamaktadır .

Bu bağlamda özürlüler politikasının temel hedefi “ayrımcılıkla mücadele” üzerine kuruludur. Amsterdam Antlaşması’nda yer alan bir madde özürlülere yönelik ayrımcılıkla mücadeleye esas oluşturmaktadır. Bu maddeye dayanarak Avrupa Konseyi 1999 yılında ayrımcılıkla mücadele paket programı hazırlamıştır. Bu program özürlülerin istihdam edilme ve iş hayatında karşılaştıkları ayrımcılığa yönelik AB genelinde bir direktif yayımlanarak, önleyici tedbirler alınması yönünde eylem planı hazırlanmasını önermektedir .
AB’nin özürlülükle ilgili uluslararası düzeydeki politikaları Birleşmiş Milletlerin 1993 yılında kabul ettiği “Fırsat Eşitliği Konusunda Özürlüler İçin Standart Kurallar İlke Kararı”na dayandırılmaktadır. Bu ilke kararında özürlü bireylerin istihdam ve sosyal yaşama katılımlarında toplumun özürlü bireye karşı kabullenici tutumunun önemli rol oynadığı belirtilmektedir. Söz konusu standart kuralların izlenmesi için AB Komisyonu “Özürlüler İçin Fırsat Eşitliği” başlıklı bir tebliğ yayınlamıştır. Komisyon üye ülkelerden bu konudaki faaliyetlerini işbirliği içerisinde gerçekleştirmelerini beklemektedir. 1997 yılından itibaren Avrupa Parlamentosu, üye ülkeler ve sivil toplum örgütleri ile yapılan toplantılarda ve Konsey raporlarında özürlülerle ilgili konulara sıklıkla değinilmektedir. 1997 yılında Avrupa İstihdam Stratejisinin kabul edilmesinden bu yana yıllık olarak hazırlanan Konsey yönergelerinde özürlülükle ilgili konulara yer verilmektedir. Üye ülkeler hazırlayacakları İstihdama Yönelik Ulusal Eylem Planlarına özürlü grupları da dahil ederek iş olanaklarını artırmalı ve iş becerilerini geliştirmeye yönelik çaba göstermeleri istenilmektedir.

Ayrımcılıkla Mücadele

AB sosyal politikasında ayrımcılıkla mücadele temel politika evreni olarak karşımıza çıkmaktadır . Ayrımcılıkla mücadele bağlamında 27 Kasım 2000 tarihli konsey kararı doğrultusunda oluşturulan “Ayrımcılığa Karşı Topluluk Eylem Planı” kapsamı belirlemektedir.
Bu plana göre;
(1) Avrupa Birliği; özgürlük, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanmaktadır. Avrupa Birliği Antlaşması’nın 6(2). Maddesi uyarınca İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerinin Korunması Avrupa Sözleşmesi, üye devletlerin ortak geleneklerine ve Topluluk Yasası tarafından garanti altına alınan temel haklara Avrupa Birliği saygı göstermek durumundadır.
(2) Avrupa Parlamentosu, ayrımcılığın yaşandığı tüm alanlarda eşit muamele ve eşit fırsatlar konusunda politika geliştirmesi ve güçlendirmesi için Avrupa Birliği’ni zorlamaktadır.
(3) Avrupa Birliği ayrı insan ırklarını belirlemeye yönelik teorileri reddetmektedir. Bu Karardaki “Irksal orijin” kavramı bu teorilerin kabul edilmesi anlamını taşımamaktadır.
(4) Kadınlar sıklıkla birçok alanda ayrımcılığa uğradıkları için, Antlaşma uyarınca, Programın uygulanmasında Topluluk, kadınla erkek arasında eşitsizliklerin giderilmesine ve eşitliğin geliştirilmesine çalışacaktır.
(5) Hiçbir ayrımcılık hoş görülemez. Program, hem üye ülkelerdeki iyi uygulamaları örnek almak hem de çoklu ayrımcılığa karşı da savaşmak için politikaların ve yeni uygulamaların geliştirilmesi amacını taşımaktadır. Bu karar çeşitli alanlardaki her tür ayrımcılıkla savaşmak için bütüncül bir strateji oluşturulmasına yardım edebilir.
(6) Özellikle toplumsal cinsiyet konusunda Topluluk’un deneyimleri, uygulamada ayrımcılıkla savaşmanın karşılıklı birbirini destekleyen mevzuat ve uygulamalarla mümkün olduğunu göstermiştir.
(7) Cinsiyet ayrımcılığına karşı Topluluk’ un özel eylemleri olduğu için Program, cinsiyet ayrımcılığı dışında ayrımcılığın tüm alanlarıyla ilgilenmelidir. Değişik alanlardaki ayrımcılıklar benzer özellikler taşıyabilir ve onlarla benzer şekilde savaşılabilir. Ayrımcılıkla mücadelede edinilen deneyimden diğer platformlarda da yararlanılabilir. Ancak, bunun için değişik şekillerdeki ayrımcılığın kendilerine özgü özellikleri duruma uygun hale getirilmelidir. Bu nedenle, özürlü kişilerin özel ihtiyaçları eylemlerin ve sonuçlarının ulaşılabilirliği açısından gözönünde tutulmalıdır.
(8) Programa katılım ayrımcılıkla savaşan tüm kamu ve/veya özel organ, kuruluşlara açık olmalıdır. Aynı şekilde yerel ve ulusal sivil organizasyonların deneyim ve becerileri de gözününde bulundurulmalıdır.
(9) Avrupa’daki birçok sivil toplum kuruluşunun ayrımcılıkla mücadele konusunda ayrımcılığa uğrayan kişiler aracılığıyla edindiği deneyimi vardır. Bu nedenle, bu kuruluşlar, ayrımcılığın çeşitli şekillerinin ve etkilerinin daha iyi anlaşılabilmesi için, ayrımcılığa uğrayan kişilerin deneyimlerini dikkate alan programların tasarlanması, uygulanması ve izleme çalışmalarına önemli katkıda bulunabilirler. Topluluk geçmişte bu konuda çalışma yapan birçok organizasyona fon sağlamıştır. Ayrımcılıkla mücadelede, etkin kuruluşların fonla desteklenmesi yararlı bir girişim olabilir.
(10) Bu Karar’ın uygulanması için gerekli önlemler, uygulama için Komisyon tarafından verilen yetkiler geri alınarak, Konsey’in 28 Haziran 1999 tarih ve 1999/468/EC sayılı Karar’ı ile uyumlu olarak kabul edilmelidir.
(11) Topluluk eyleminin güçlü kılınması için Komisyon, diğer üye ülkelerle birlikte bu Karar çerçevesinde uygulanan eylemlerin ve diğer Topluluk politikalarının, araçlarının ve eylemlerinin her düzeyde bağdaşmasını ve tamamlayıcı olmasını sağlamalıdır. Bu durum özellikle eğitim, kadın ve erkeğe eşit fırsatlar tanınması ve sosyal bütünleşmeyi sağlama alanlarında geçerlidir. Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Gözleme Merkezi’nin ilgili etkinlikleriyle de tutarlılık ve tamamlayıcılık gözönünde bulundurulmalıdır.
(12) Avrupa Ekonomik Alan Anlaşması (EEA Agreement), bir taraftan Avrupa Topluluğu ve üye ülkeleri ve diğer yandan Avrupa Ekonomik Alan Anlaşması’na katılan Avrupa Serbest Ticaret Anlaşması (EFTA) ülkeleri arasında sosyal konularda daha güçlü işbirliğini mümkün kılmaktadır. Bu programın Merkez ve Doğu Avrupa’daki aday ülkelere açılması için Avrupa anlaşmalarında oluşturulan şartlarla, ek protokollerle, Kıbrıs Rum Kesimi, Malta ve Türkiye ile ilgili kararlarla uyumlu olarak hazırlıklar yapılmalıdır.

Özürlü Bireylere Tanınacak Fırsat Eşitliği

Üye ülkelerden;
*Bir yandan özürlü kişilerin ailelerinin ve onlara bakanların ihtiyaçlarına gerekli özen gösterilirken, diğer taraftan ileri derecede özürlü olanlar da dahil, bunların topluma katılmaları için güçlendirilmeleri,
*Özürlülük ve özürlülerle ilgili görüş ve değerlendirmelerin, konuya ilişkin her türlü genel politikanın kapsamına alınması,
*Engellerin kaldırılması ile özürlü kişilerin topluma tam olarak katılmalarının sağlanması,
*Özürlü kişilerin yetenek ve becerilerinin ve fırsat eşitliği stratejilerinin benimsenmesi konusunda toplumun genel görüşlerinin beslenmesi,
*Özürlülerden yana olan politika ve uygulamaların gerçekleştirilme ve izlenmelerinde onların temsilcilerinin rol almalarının teşvik edilmesi,
istenilmektedir.

Ulaşılabilirlik
1993’te Avrupa Birliği Komisyonu hareket kısıtlılığı yaşayan özürlülerin ulaşım kaynaklarını kullanabilme şanslarını artırmak amacıyla “Erişilebilir Ulaşım Hakkında Topluluk Eylem Planı”nı kabul etmiştir. Bu plan araştırma projeleri koordine etme, bilgi programları konusunda iletişim kurma, ulaşım alt yapısı ve ulaşım araçları konusunda uygulanabilir teknik standartlar belirleme ile ilgili bir dizi Topluluk önleminden oluşmaktadır.
Özürlü bireylerin ulaşılabilirliğini artırma yolundaki Avrupa Birliği çabaları aşağıda sunulan alanlarda gerçekleşmektedir.
*Hizmet düzeyini artırmak; tüm ulaşım sistemlerinde ve toplu taşım araçlarında özürlü bireyler için gerekli düzenlemelerin yapılabilmesi için rehber kitaplar hazırlamak,

*Raylı sistemlere ulaşım; yolcuların erişilebilirliğini artırmaya yönelik gerçekleştirilen COST335 projesi sonucu yapılan önerilerden bazılarının hayata geçirilmesi yönünde Komisyonun çabaları bulunmaktadır.

*Havayolu; havaalanı ve havayolu şirketi tarafından Avrupa Sivil Havacılık Konferansı ve Uluslar arası Sivil Havacılık Organizasyonunun önerdiği uygulamaları ve standartları takip etme adına önemli çaba sarf edilmesine rağmen özürlü bireyler Avrupa genelinde seyahat ederken bazı durumlarda problemlerle karşılaşmaktadır. Komisyon hava yolunu kullananlar için yolcu hakları belirleme yolunda bir çabaya girişmeyi düşünmektedir.

*Deniz Ulaşımı; Haziran 1991’de Uluslararası Deniz İşletmeciliği Organizasyonu (IMO) “özürlülerin ve yaşlıların ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik tasarım ve yolcu gemilerinin işletimi” konusunda tavsiye kararı yayınlamıştır. Komisyon bu tavsiye kararının ve Handiami Projesinin (özürlü bireylerin deniz ulaşım araçlarını kullanırken karşılaşabilecekleri acil durumlarda yapılacakların neler olabileceğine ve deniz işletmeciliklerinde özürlü birey çalıştırılmasına dair yapılan araştırma) uygulanması konusunda çalışmalar yapmaktadır. Örneğin, 29 Aralık 1999/35/EC sayılı Konsey Direktifinde feribotlar ve şehir hatları vapurlarını kullanan özürlü bireylerin güvenliği konusunda “tüm işletmelerin özürlü ve yaşlı bireylere sağlanacak hizmet ve destekler açısından bilgilendirilmesi, tüm yolcuların bu konuda bilgilendirilmesi ve tüm uyaranların az görenlere uygun biçimde verilmesi” istenmektedir.

*Bütünleştirici Trans-Avrupa Ağı; AB Avrupa Ulaşım Ağı geliştirme kılavuzunda (TEN-9) Avrupa genelinde insanların sürdürülebilir hareketliliğinin sağlanması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu kılavuzda özürlü bireylere yönelik açık bir ifadeye rastlanmamakla birlikte bir sonraki kılavuzda (TEN-10) yaşlılıktan veya özürden dolayı hareket kısıtlılığı yaşayan bireylerin bu ulaşım ağına ulaşılabilirliğinin artırılmasına yönelik ifade bulunmaktadır. İleri araştırmalarda bütünleştirme çalışmaları; beşinci çerçeve araştırma programında ulaşım alt yapısı ve ulaşım sistemleri ile ilgili araştırma ve çalışmalarda ulaşılabilirlik konusunda kapsanması ön görülmüştür.

*Topluluk, Avrupa Yerel Ulaşım Bilgi Servisini (ELTIS) kurarak Uluslararası Toplu Taşım Birliği (UITP) ve yerel ve bölgesel POLIS ağı ile işbirliği içerisinde iyi uygulama örneklerinin desteklenmesi ve yaygınlaştırılmasını sağlamaya çalışmıştır. Bilgisayar ağı üzerinde kurulan bu sistemde hareket kısıtlılığı bulunan bireyler için erişilebilir ulaşım seçeneklerine yönelik örnekler bulunmaktadır.
*Haziran 1998’de kabul edilen özürlüler için park kartı tavsiye kararının üye ülkelerde karşılıklı olarak tanınması teşvik edilmektedir.

Avrupa Birliği düzeyinde endüstri, bilgi toplumu, sosyal kenetlenme, bölgesel gelişim, çevre, ulaşım, sosyal politika, iş yeri sağlık ve güvenliği ile ilgili politika alanlarında gerçekleşen tüm etkinlikler ulaşılabilirlik üzerinde etkili olmaktadır. İş verenin iş yerini özürlü çalışanının kullanımına uygun hale getirmesine yönelik hazırlanan 89/391/EEC Çerçeve Direktifi gibi bazı AB yasal düzenlemeleri hareketlilik ile ilgili konulara değinmektedir. Özürlü bireyler tarafından kullanılan liftlerle ilgili 29 Haziran 1995 tarihli 95/16/EC Konsey Direktifi hazırlanmıştır. Yine Liftlerin güvenliği ve erişilebilirliği ile ilgili 8 Haziran 1995 tarihli konsey tavsiye kararı bulunmaktadır.
Bunun yanında, güvenli ve uygun bir iş ortamı yaratılması özürlü bireyin iş kapasitesini tam olarak kullanabilmesi ve rekabet ortamında varlığını devam ettirebilmesi açısından önemlidir. Ulaşılabilirlik kamuya sağlanan hizmetlerin bazılarında öne çıkmaktadır. Bu özellikle turizm sektöründe hizmeti sağlayan kuruluş için artı getiriler sağlamaktadır çünkü bu kuruluşlar hareket kısıtlılığı olan yaşlılar ve özürlü bireyler için tercih edilmektedir.
*Endüstriyel kuruluşlar ve tüketicilerin katkısıyla Komisyon Avrupa Birliği Yapılı Çevreye Ulaşılabilirlik Standartlarının uygulanabileceği alanları tanımlayacaktır.

*Avrupa’da AB’nin finansal desteği ile yeni ulaşım ve alt yapı sistemleri geliştirilmektedir. Bu destek özellikle Trans-Avrupa Ağı ve Yapı Fonları (structural funds) göz önünde bulundurularak hazırlanan projelere, bu beklentileri karşıladıkları ölçüde sağlanmaktadır. Ulaşım araçlarının ve alt yapısının kullanım süresi çok uzun olduğu için ulaşılabilirlik konusu bunların tasarım sürecine dahil edilmelidir. Komisyon AB’ye finansal destek için gönderilen tasarım ve inşaat proje önerilerinde ulaşılabilirlik gereklerini, kabul edilen standartları ve iyi uygulamaları izledikleri ölçüde değerlendirmeye almaktadır.

*Komisyon, kamu otoritelerinden ulaşılabilirlik ile ilgili iyi uygulamaları izleme konusunda yapı sektörünü desteklemesini beklemektedir.

*Komisyon kendi değerlendirmeleri ve üye ülkelerin sundukları raporlara dayanarak 89/391/EEC direktifinin ön gördüğü gerekleri yerine getirip getirmedikleri ve bunu uygulamaya yönelik yaptırımları konusunda ülkeleri değerlendirir.

*Komisyon, Avrupa Sağlık ve Güvenlik Kuruluşu altında elektronik bir ortamda yayınlayacağı veri tabanı ile işyeri uygulamalarından iyi örnekleri ve iş yerinde özrün yönlendirilmesi ile ilgili metotlar hakkında bilgi vermektedir.

*Komisyon Avrupa genelinde ulaşılabilirliğin sağlanması ve mimari engellerin ortadan kaldırılması amacıyla mimar, inşaat mühendisi ve çevre ve tasarımla ilgi meslek elemanlarının ulaşılabilirlikle ilgili önlemler hakkında yeterli bilgi almaları sağlanmalıdır. Komisyon bu yönde çaba sarf etmektedir.

*Beşinci çerçeve programında evrensel olarak ulaşılabilirliğin sağlanmasına yönelik yolların araştırılması gerektiği belirtilmiştir.

Özürlü Kişilere İstihdamda Fırsat Eşitliği Sağlanması

Konsey üye ülkelerden;

*Kendi ulusal istihdam politikaları çerçevesinde ve özürlülerle ilgili sivil toplum örgütleri ve sosyal taraflarla birlikte, kendi işlerini kurmaları da dahil olmak üzere özel sektörde olsun, kamu sektöründe olsun, özürlü kişilerin istihdam fırsatlarını geliştirme ve bu gibi kişilerin iş piyasasına girmelerini sağlayacak hem ayrımcılıkları ortadan kaldırıcı, hem de piyasaya girmelerini sağlayıcı eylem ve işlemlere özel önem vermelerini,

*Yeni bilgilere ve iletişim teknolojilerine ulaşım da dahil olmak üzere teknik ekipmanlar gibi işyeri donanımlarında, işyerlerine ulaşımda, iş için istenen yetenek ve becerilerde, mesleki yönlendirme ve işe yerleştirme hizmetlerinde,

Uygun destek ve haksız yere işten çıkarmaya karşı koruma sağlanırsa, çalışanların işe alınıp o işte kalabilmelerine özel önem verilirse, tutarlı bir küresel politika çerçevesi içinde, özürlü kişilerin istihdamlarında ilerleme elde edilebileceğini teyit eder.

Özürlülerin İstihdamının Ve Toplumsal Bütünleşmelerinin Teşvik Edilmesi
Konsey üye ülkeleri ve komisyonu güçleri doğrultusunda aşağıdaki hükümleri uygulamaya çağırmaktadır:
*Özürlülükle ilgili tüm organların (ulusal, Avrupa ve sivil toplum düzeyinde) işbirliğini teşvik etmek,
*Özürlülerin toplumdaki diğer bireylerle eşit haklara sahip olduklarını dikkate alarak özürlülerin toplumsal yaşamın tüm alanlarına katılımını teşvik etmek,
*Özürlülerin işgücüne katılımları önündeki engellerin ortadan kaldırılması konusundaki çabaları devam ettirmek. Bu konuda eşit muamele ilkesi doğrultusunda özürlüler için eğitim ve gelişim fırsatlarının geliştirilmesi öngörülmektedir.
*Özürlüler için yaşam boyu öğrenme sürecinin daha erişilebilir olması konusunda çaba gösterilmesi. Bu kapsamda, öğrenme, mesleki eğitim ve istihdama erişimin kalitesinin iyileştirilmesi için yeni bilgi ve iletişim teknolojileri ve internetin özürlüler için erişilebilir olmasının sağlanması.
*Özürlülerin toplumsal yaşama özellikle de iş yaşamına dahil olmaları önündeki engellerin herkes için tek tasarım ilkesi doğrultusunda ortadan kaldırılması ve gelecekte ortaya çıkabilecek engellerin önlenmesi.
*İstihdamda ve işte eşit davranılması konusunda Genel Çerçeve Direktifinin belirlenen son tarihe kadar ulusal yasalara uyarlanması ve uygulamaya geçirilmesi.
*Özürlülerin istihdamı ve toplumsal bütünleşmesi konusunda ihtiyaç durumunda ek tedbirler alınması.

*Özürlülerin istihdamının teşvik edilmesi konusunda Avrupa istihdam stratejisinin hedefleri ile uyumlu olarak hem Avrupa hem de ulusal düzeyde alınabilecek tedbirler üzerinde düşünülmesi.

*Gelecekte hazırlanacak toplumsal dışlanma ve yoksullukla ilgili ulusal eylem planlarına özürlülük boyutunun dahil edilmesi.

*Bu konularla ilgili olarak Avrupa düzeyinde bilgi ve deneyimlerin paylaşılmaya devam etmesi ve bu sürece ilgili Avrupa örgütlerinin deneyimlerinin dahil edilmesi.

*Özürlülerin durumlarına ilişkin istatistiksel verilerin toplanması. Bu veriler toplanırken cinsiyete dayalı veri toplanmasına özel önem verilmesi.

*Avrupa Birliği’ndeki özürlülerin sorun alanlarına yönelik çalışan grubun (EU Group of High Level Officials) çalışmalarının desteklenmesi.

*İlgili tüm politikalara politika oluşturma, uygulama, izleme ve değerlendirme aşamalarında özürlülük boyutunun dahil edilmesi.

*Eşit muamelenin sağlanması için politika oluşturma ve değerlendirmelerde kadınlarla ilgili konulara önem verilmesi.

*Özürlülerin istihdamının artırılması ve fırsat eşitliğinin teşvik edilmesine yönelik 20 Ocak 2003 tarihli deklarasyona dayalı olarak özürlülerin istihdamına ilişkin faaliyetlerde ve toplu sözleşmelerde sosyal diyalogun esas alınması.

Özürlü Çocuk Ve Gençlerin Genel Öğretim Sistemine Katılımı

*Üye ülkeler, kendi öğrenim politikaları çerçevesinde ve yine kendi eğitim sistemlerini dikkate alarak uygun olan her durumda özürlü öğrencilerin genel öğrenim sistemine katılmaları veya katılım teşviki ile ilgili çabalarını gerektiğinde güçlendirmeyi kabul etmişlerdir.

*Genel öğretim sistemine tam katılım, uygun olan her durumda ilk seçenek olarak kabul edilmeli ve tüm öğretim kurumları özürlü öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılayacak durumda olmalıdır. Bu konu ile ilgili olarak aile-okul-toplum-dinlenme etkinlikleri-çalışma hayatı arasındaki bağlar oluşturulmalı ve güçlendirilmelidir. Özürlü öğrencilere genel öğretim sistemi içerisinde mümkün olan en üst düzeyde öğrenim sağlanması, özürlü kişilerin bağımsızlıkları ve topluma katılmalarını teşvik etmenin önemli ve olmazsa olmaz şartı olarak kabul edilmelidir.



III
Ülkemizde Özürlüler Politikasının İmkanları


Ulaşılabilir Toplum

Bir olgu üzerinde sorunların değerlendirilmesi çözümü gördüğümüz bağlam tarafından belirlenir. Özürlülüğün ülkemizde insana dair bütün alanlarda belli sorunları bulunmaktadır ancak çözüm önerileri yine de bakış açısına göre biçimlenmektedir. Hemen burada altı çizilmesi gereken, ülkemizde özürlülük konusunda net bakış açılarının bulunmaması da özürlülüğün sorunları içinde sayılması gerektiğidir.

Özürlülüğün sorunları açısından en üst değerlendirme kategorisi toplumsal düzeydir ki bu bağlamda ideal bir toplum modelinden söz edilmelidir. Sosyolojik anlamda “ideal” değerle ilintili olduğu için anlamı sınırlı bir kavramsallaştırmadır. Ancak sosyal politikanın yapılandığı alanın günümüz toplumsal verileri kadar yarına dönük projeksiyonları da içeriyor olması ideal bir toplum modelini zorunlu kılar. Bu anlamda da “ulaşılabilir toplum” temel çözümleme birimidir.

Ulaşılabilir toplum, özürlülüğün ‘özel ihtiyaç’ çerçevesinde ele alındığı ve özürlülerin toplum yaşamına katılmada ve kendi seçimleri olan yaşam biçimini sürdürmede desteğe ihtiyacı olan bireyler olarak değerlendirildiği yaklaşımın ürünü olan bir kavramlaştırmadır. Bu anlamda ulaşılabilir toplum; daha güçlü ve daha benimseyici, herkesin amaçlarına ulaşmada ve toplum yaşamına katılmada aynı imkanlara sahip olduğu bir toplumdur.

Bu anlamda temel politikanın dört temel ilkesinden söz edilebilir; eşitlik, saygınlık, kendi geleceğini belirleme ve ayrımcılık yapılmaması. Bu doğrultuda sürecin işleyişi açısından ağır özürlülüğün bir çözümleme bağlamı olarak tanımlanması gerekmektedir. Özürlülük kendi içinde ‘ağır özürlü ve diğer’ biçiminde çözümlendiği takdirde “pozitif ayrımcılık” ağır özürlülük konusunda yapılması gerekenleri biçimlendiren referans bir yaklaşım olarak belirginleşir.

Ulaşılabilir toplum, özürlülük konusunda kurum temelli değil toplum temelli sistemin oluşturulmasıyla mümkündür. Tarihsel olarak özelde özürlülük alanında dünyada yaygın olarak uygulanan kurum temelli sistem özürlülerin toplumdan dışlanmalarını belirlemiştir. Günümüzde ise kurum yaklaşımı zayıflamış ve yaşlı bakımı dahil her alanda aile ve ev temelli destek hizmetleri yaygınlaşmaya başlamıştır.

Toplum temelli sistemin motoru gönüllülüktür. Toplumda var olan duyarlılığın sonucu olan gönüllülük dezavantajlı grupların sorunlarına çözüm üretme gayreti olarak kendisini ifade eder.

Toplum temelli yaklaşımın merkezi öğesi ise ‘aile’dir. Ailenin toplum temelli sosyal politikanın merkezine alınması; özürlü ailesinin eğitimi, özürlü ailesinin desteklenmesi gibi ana temaların özürlüler politikasının temel bileşenleri haline gelmesini de belirlemektedir.

“Aile Odaklı” Sosyal Politikanın İmkanı

Hemen her sosyal sorun gündeme geldiğinde güçlü bir aile yapısına yapılan vurgu, ülkemizde sosyal sorunlara yönelik geliştirilebilecek bakış açılarını sınırlandıran en kayda değer kayıttır. Ailenin toplumsal anlamda en güçlü kurum olduğu gerçekliği, ülkemizde aile odaklı bir sosyal politika olduğu anlamına gelmemektedir. Bilakis sosyal politikamızda aile kayda değer bir dinamik olarak değerlendirilmemektedir. Diğer yandan ülkemizde kadın, yaşlı ya da özürlüler politikasından söz etmemizi sağlayacak temel bir sosyal politikadan da söz edilemez. Bu durumun en önemli göstergeleri yasal düzenlemeler ve kurumsal yapıların bizatihi kendileridir. Anayasa dahil olmak üzere yasal düzenlemelerimizde var olan karmaşıklık kurumsal yapılanmayı dolayısıyla hizmet sunumunu belirlemektedir.

Bu bağlamda ülkemizde tam oturmamış bir kurumsal yapı yanında günümüze kadar göz ardı edilmiş olan çok temel sosyal hizmet alanlarının sınırlılığı, güçlü bir aile yapısının bulunmasının bir sonucudur. Bugüne kadar dünyada sosyal devlet adına sunulan kurumsal hizmetler ülkemizde aile aracılığıyla sürdürülmektedir.

Aile odaklı bir sosyal politikanın AB politikaları açısından sorunlu olduğu ortadadır. İlk başta aile politikası ile kadın hakları politikasının birbiriyle çeliştiğini söyleyebiliriz. Birçok Avrupa ülkesinde II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuş olan “aile bakanlıkları” hemen hemen ortadan kalkmıştır. Bu çerçevede AB açısından aile politikası, aileye destek vermek için düzenlenen bir dizi tedbir anlamına gelmekte, ayrıca ailenin tek tek bireyleri arasındaki ilişkileri düzenleyen yasal imkanları kapsamaktadır.

AB ile ilgili düzenlemeler var olan karmaşayı önleyici ve bir sosyal politika oluşturmaya imkan sunmakta mıdır? Bu sorunun cevabı elbette olumludur ancak ortaya çıkan durum ne oranda kendi toplumsal koşullarımıza uygun bir sosyal politikaya imkan sunacaktır? Ayrıca bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu bağlamda açık ve kapsamlı bir aile politikası için kamu politikasını dikkate alma, tasarlama ve uygulama yolunda tutarlı araçlar “politika araçları”nın bulunmadığı söylenebilir. Çoğu ülkede, özellikle aile politikasının “üstü kapalı” olarak nitelendirilebileceği ülkelerde, aile politikası sosyal refah politikası içinde daha belirgin bir biçimde yer alırken, açık politika güden ülkelerde aile politikasını kendi sınırları içinde bir tür politika olarak tanımlama eğilimi görülmektedir. Aile politikasının “kendine özgü” ya da “bir başka politikanın parçası” olarak algılanması, değer sorunlarına olduğu kadar diğer ülkelerde olan ideolojik farklılıklara da bağlıdır. Parti ideolojisi ile aile politikası arasındaki ilişkiye bağlı olarak, bazı ülkelerde hükümet değişiklikleriyle birlikte aile politikalarında dramatik değişiklikler olmaktadır. Ancak, bu değişikliklerin, alınan önlemlerin özünden ziyade, kanun ve yönetmeliklerin ifade tarzında yani önlemlerin sunulmasında daha şiddetli ve kesin biçimde yer aldığını belirtmek gerekir. Her iki durumda da aile politikasının en can alıcı bir bölümünü oluşturan, belirli bir değerler sistemine destek veren gayri maddi bir unsuru ifade eder.

Aile politikası ile ilgili önlemler genellikle üç kategoriye ayrılır; güçlendirme politikaları olarak adlandırılabilecek olan ve aileyi sürekli gelir sahibi yapacak ekonomik önlemler, ikinci grup; eğitim ve danışma hizmetleri gibi, aile hayatını geliştirmeye ve rahatlatmaya yönelik hizmetler, üçüncü grup; ailenin yerini tutacak veya onun yerini alabilecek önlemler olarak adlandırılabilecek olan ve aile bireylerinin ayrı ayrı ya da part-time olarak yaptığı işleri devralacak hizmetler ve aile dışı kurumları öngören önlemlerden ibarettir.

Ülkemizde Batı ülkelerinden farklı olarak güçlü bir aile kurumunun varlığı “aile odaklı” bir sosyal politikayı imkanlı hale getirmektedir. Özelde özürlülük konusunda özürlü ailelerine yönelik destek hizmetleri öncelik olarak alınmalıdır.

Bir Politika Aracı Olarak “Özürlüler Kanunu”

Dünyada 1970’li yıllardan itibaren özürlülük alanında önemli düzenlemeler gerçekleştirilmiş ve yaygınlaşmıştır. İlk başlarda özürlülük konusunda hakim olan medikal yaklaşımın ürünü olan ve özel eğitim ve rehabilitasyon konusunda belirgin kurumlaşmaları belirleyen bu düzenlemeler yerini son yıllarda özürlülük konusunda sosyal yaklaşımın etkisiyle bizatihi “özürlüler kanunu” biçiminde düzenlemelere bırakmıştır.

Özürlülük konusunda yeni bir politika aracı olarak nitelendirilebilecek olan yeni versiyon kanunlar; insan hakları ve ayrımcılık merkezli temalarıyla özürlülük olgusuna yeni bir yaklaşımı belirlemektedir. Yapısı açısından özürlülük olgusuna küresel değerler ve bir anlamda da standart kurallar içermesi bağlamında benzerlikler taşıyan bu tür kanunlar detaylarında ait oldukları toplumsal koşulları içermesi açısından da farklılaşmaktadır.

Ülkemizde 1990’lı yıllardan itibaren STK’lar tarafından gündeme alınan ve 1999 yılında gerçekleştirilen “I. Özürlüler Şurası” nın temel kararları arasında yer alan özürlüler kanunu çıkarılması ile ilgili talepler hem özürlülük konusunda belli bir anlayış olgunlaşması hem de bir ihtiyacın göstergesidir.

Ülkemizde Özürlüler Kanunu ile ilgili olarak belli bir talebin bulunmasının olumlu yönleri yanında ülkemizde özürlülüğün sorunlarının çözümlenmesi açısından aynı oranda olumsuz yönleri bulunmaktadır. İlk başta bu dönemden itibaren hükümetler özürlüler kanunu ile ilgili hazırlıkları gündemlerine alarak mevcut sorunları ötelemişler ve bu anlamda kanun hazırlığını araçsallaştırmışlardır. İkinci olarak siyasiler tarafından kanunun araçsallaştırılması özürlü bireylerde kanundan beklentileri yükseltmiştir.

Bu bağlamda süreç içerisinde hazırlanan taslaklar çerçevesinde özürlüler kanunu, özürlülük konusunda yeni bir yaklaşım ve yeni bir politika aracı olma anlamını kaybetmiş ve içerik açısından pratik sorunlara indirgenmekle kalmamış özellikle rehabilitasyon kurulu gibi içerdiği öncelikler açısından medikal yaklaşımın izlerini taşımıştır. Ek olarak söz konusu taslaklarda özürlüler kanununun gerekçesi olarak hem mevzuat hem de hizmet sunumunda karşılaşılan dağınıklığın vurgulanması da özürlüler kanununun form’a indirgenmesinin başlıca göstergesi olarak belirmiştir.

Ülkemizde özürlülük konusunda yetersiz altyapı ve kurumlaşmanın tartışma götürmeyeceğinin bir gerçek olması yanında temelde sorun; bize dair anlamlı bir sosyal politika ve bu politikanın bağlamında bir özürlüler politikasının eksikliğidir. Bu anlamda ülkemizde bir özürlüler kanunu öncelikle bir politika aracı olarak ele alınmak ve değerlendirilmek durumundadır.

Kamu Reformu ve Özürlülük

Ülkemizde özürlülük konusunda yapılması gereken düzenlemelerin önünde kamu reformu ile ilgili çalışmalar önemli bir engeli oluşturmaktadır. Türkiye’de bir kamu reformuna olan gereksinim yaklaşık yarım yüzyıldır tartışılmaktadır. Bu uzun süre boyunca tartışmaların odaklandığı konular değişik dönemlerin önceliklerine göre farklılaşmıştır. Ama bir kamu reformu gereksinimi her dönemde, önemi gittikçe artan bir sorun olarak kamu kesiminde kapsamlı bir reform gerektiği üzerinde, akademik çevreler ve ilgili sivil toplum kuruluşları arasında geniş bir mutabakat gözlenmektedir.
Kamu reformu, devletin kaynaklarını daha verimli ve etkin biçimde kullanmasının yanı sıra, kamu kurumlarının toplumsal gereksinimleri daha nitelikli, daha hızlı ve daha çok hizmet sunarak karışlayabilmesini sağlamaya yönelik bir projedir. O nedenle kamu reformunun başarısı önemli ölçüde reform projesinin toplumsal gereksinim ve beklentileri doğru öngörebilmesine bağlıdır.

Toplumsal gereksinim ve beklentileri doğru öngören bir kamu reformundan toplumun hemen bütün kesimleri kazanç sağlayacaktır. Oysa bugüne kadarki uluslar arası deneyim, kamu reformuyla ilgili tartışmalar sırasında çoğu zaman reform sürecinden “kazançlı” ve “kayıplı” çıkacağı varsayılan kesimler arasında bir saflaşmanın ortaya çıktığını göstermektedir. Bu saflaşmanın doğurduğu çatışmalı ortam reform sürecinin başarı şansını daha başlangıçta kısıtlamaktadır.
Dünyada kamu reformu gündemi günümüzde öncelikle devletin etkinleştirilmesi, yeterlilik ve güvenilirlik düzeyinin artırılması, yönetim ve yönetişim kalitesinin yükseltilmesi üzerinde odaklanmaktadır. Türkiye’de de gündem esas olarak aynı yönde evrilmektedir . Küreselleşme süreciyle birlikte dünyada ve ülkemizde ivme kazanan reform hazırlıkları günümüzde belli bir çerçeve kazanmış görünmektedir. Halihazırda gündemde olan “Kamu Yönetimi Temel Kanunu” ise bu anlamda sürdürülen çalışmaların en temel referansıdır.

Günümüzde yaşanan toplumsal, ekonomik ve kültürel sorunlar, etkili önlemleri ve acil çözüm yollarını gerektiren boyutlara ulaşmıştır. Bu nedenle, ülkemizde sosyal hizmetler ve sosyal yardımlarla ilgili konulara verilen önem, teorik ve pratik açıdan giderek artmaktadır. Konu, kavramsal yönden ve uygulayıcı kurumlar bakımından geniş akademik tartışmaları ve uygulamadaki sorunları mercek altına almayı gerektiren özelliklere sahiptir. Ancak, “sosyal hizmetler” kapsamında sunulan pek çok hizmetin bazı yönleri itibariyle, “sosyal güvenlik” kavram ve uygulamalarıyla çakışması; bazı yönleri itibariyle de sosyal güvenlikle doğrudan ilişki kurulamayacak bir karaktere sahip olması; “sosyal yardım” hizmetlerinin ise, bazı durumlarda sosyal hizmet kurumları tarafından, bazı durumlarda ise sosyal sigorta kuruluşları veya diğer başka örgütler eliyle sunuluyor olması, durumun incelenmesini ve çözümlenmesini önemli ölçüde zorlaştırmaktadır.

Sosyal yardım hizmetleri ise, yoksulluk ve yoksullarla ilgili bir bakış açısına ve uygulama anlayışına dayanır. Bu yönüyle de, “sosyal güvenlik” kavram ve uygulamasıyla doğrudan çakışmaktadır. Küreselleşme sürecine bağlı olarak “sosyal devlet“ anlayışında da değişik görüşler ortaya çıkmıştır. Devletin küçülmesi, sosyal devletin rolünün azaltılması, “sosyal” sözcüğünün “sınırlı ve sorumlu” olarak değiştirilmesi gibi görüşler dile getirilir olmuştur. Ancak, bu görüşlere karşın, küreselleşme ve serbest piyasa ekonomisinin sosyal yapı üzerindeki olumsuz etkilerinin ortadan kaldırılmasını ve daha eşit bir refah dağılımı ve işsizliğin azaltılmasını sağlayacak şekilde gözden geçirilmesi ve yeni düzenlemelere gidilmesi gerektiği de yoğun olarak ifade edilmeye başlanmıştır .

Sosyal devlet anlayışının en önemli göstergelerinden birini oluşturan sosyal güvenlik, zamandan ve mekandan bağımsız olarak, her toplumda bütün insanlar için temel ve vazgeçilmez insan haklarından biri olup, insanların istekleri ve iradeleri dışında meydana gelen tehlikelerin zararlarından korunma garantisini ifade eder. Dolayısıyla, sosyal devletin sorumluluk sınırlarının yeniden gözden geçirilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Artık cömert sosyal güvenlik sistemlerinin devamının mümkün olmadığına kanaat getiren gelişmiş ülkeler, yeni politikalar geliştirmekte ve sürdürdükleri reform çalışmaları dahilinde harcamaların kısılmasına ve gelirlerinin artırılmasına yönelik düzenlemeler yapmaktadırlar.
Sosyal Güvenlik; sosyal yardımlar, sosyal hizmetler ve sosyal sigortalardan oluşan bir bütündür . Yine sosyal sigortaları tamamlayıcı ikame edici özellikleri açısından özel sigortacılıkla ilgili düzenlemelerin sosyal güvenlikle büyük ilgilisi bulunmaktadır. Bu nedenle sosyal sigorta kurumları ile ilgili olarak yapılacak reform çalışmaları sırasında, sosyal yardımlar, sosyal hizmetler ve özel sigortacılık ile ilgili mevzuatın da gözden geçirilmesi ve sistemin bir bütün olarak işleyişi açısından gerekli düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Ancak böyle bir reform çalışması uzun bir çalışma dönemini ve konuyla ilgili bütün kurum ve kuruluşların bu çalışmalara katılmalarını gerektirmektedir.
Bu bağlamda en önemli sorun, sorunlu kurumlarla ilgili olarak reformcu projeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Hemen her platformda gündeme gelen sosyal hizmet kurumlarının toplumsal ihtiyaca cevap verir nitelikte yeniden yapılandırılması düşüncesi, bürokraside mevcut kurumların öncelikle birleştirilmesi projesine dönüşmektedir.

Eşitlik

Bedirhan ve Somnath’ın (2001) belirttiği gibi, tarih boyunca özürlü kişileri anlayış ve davranışta kültürel ve bölgesel haksızlıklar her zaman olmuştur. Haksızlık, sosyal yapı ve mekanlar, kültür ve sosyal etkileşim araçları farklılıklar yani eşitlik dikkate alınmadan yapıldığında oluşmaktadır. Haksızlık ya da aynı standartların uygulanması, herkesin aynı olduğu ve farklı olanların çoğunluk için oluşturulan yapı içinde yaşamayı öğrenmek zorunda olması ya da yok olması önermesine dayalı tekdüze bir topluma yol açmaktadır .
Özürlü bakış açısından uç terimlerle anlatacak olursak, “aynılık” kavramı herkese aynı çözümleri önermektedir. Bunu daha iyi anlatmak için rampa örneğini ele alalım: Rampalar, hareket engeli olanların yararlanması içindir ancak işitme ya da görme engeli olanlar için gereksizdir. Rampalar genellikle, “özürlülere” ulaşılabilirlik sağladığı varsayımından yola çıkılarak yapılmaktadır ancak rampaların sadece hareket engeli olanlar için yapıldığı dikkate alınmaz. Benzer şekilde, sosyal, ekonomik ve kültürel yorumuna ve engelleyici çevreyi yok etmek için ayrılan kaynağa ulaşılabilirliğe bağlı olarak yetersizlik dünyanın çeşitli yerlerinde farklı şekilde anlaşılmakta ve yaşanmaktadır.
Seçeneklerden biri “aynı” kavramının her zaman “eşit” olmadığını kabul etmektir. Kanada’nın yerleşmiş yasal uygulamalarında “eşitlik” kavramı her zaman “aynı muamele” anlamına gelmemektedir (bkz. Huck vs. Odeon Theatres in Boyer, 1985). Ayrıca, her yetersizliğin diğerinden farklı olduğu kavramının kabul edilmesi ve dolayısıyla, farklı yetersizlikleri olan tüm bireylerin topluma tam katılımlarının sağlanması için farklı çözümler bulunması zorunludur.
Sonuç olarak, eşitliğin her zaman “aynı” anlamına gelmediğini kabul edersek, peki neden dünyanın çeşitli yerlerinde, çeşitli yetersizliklerle, birbirinden tamamen farklı öykü ve yaşam biçimleriyle yaşayan insanlar için standardize edilmiş tanımlar ve sınıflandırmalar yapmak amacıyla milyonlarca dolar harcanmaktadır?
Benzer şekilde küreselleşme, eşitsizliklerle dolu dünyada standardize edilmiş sosyal, ekonomik ve politik yaşam oluşturmaya çalışmaktadır. Bu durumun belirlediği sorunları aşabilmenin tek geçerli yolu kendi toplumsal koşullarımız çerçevesinde yapılandırılacak bir sosyal politika ile mümkündür.
Özürlüye “özel” Değil, Özürlüyü Dikkate Alan Düzenlemeler

Ayrımcılığın kurumsallaştırılmasının önüne geçilmesinin tek yolu özürlüye özel düzenlemelerden vazgeçilmesidir. Özürlüye özel değil her düzenlemede özürlüyü dikkate alan düzenlemeler gereklidir. Bu yaklaşım pratikte özürlü taşıyan toplu taşıma araçlarını servise almak değil her aracın özürlünün binebileceği biçimde dizayn edilmesi, özürlü için özel konut inşası değil her konutun özürlünün de kullanabileceği biçimde inşa edilmesi gibi uygulamaları içerir.

Böyle bir yaklaşım çözümün toplumsallaşması anlamını da içermektedir. Diğer halde özürlülerin ötekileştirilmesi süreci işlemeye devam edecek ve özürlülük konusunda toplumsal ölçekte çözüm imkanı kaybolacaktır.

Ülkemizde özürlülük konusunda söz konusu olan eksiklikler çözüm açısından önemli imkanlar olarak karşımızdadır. Kurum temelli, özürlüleri toplumdan dışlayan yapılanmalar yerine hizmet sunumunun her kademesinde özürlünün dikkate alınması ve sunumun özürlüyü sosyal evreninden kopartmayacak biçimde örgütlenmesi gerekmektedir.

Bu bağlamda ülkemizde giderek yaygınlaşan özel eğitim ve rehabilitasyon merkezleri yeniden gözden geçirilmelidir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın temelde “kaynaştırma eğitimi”ni benimsemesine karşın “özel eğitim” okullarını yaygınlaştırma gayreti, ancak kolaya yönelme olarak değerlendirilebilir. Özürlülüğün homojen bir yapı taşımadığı, her özürlünün kaynaştırmaya yöneltilemeyeceği de bilinmesine karşın söz konusu okulların yaygınlaştırılmasında reel bir veri kullanılmadığı ortadadır. Ülkemizde temel ihtiyaçlar söz konusu iken özürlü öğrenci bulunamayan okullar bulunmaktadır. Ve yine her kayıt döneminde okula kaydedilmeyen öğrenciler medyada yer almaktadır.

Özürlülük Eğitimi

Gelişmiş ülkelerde sosyal politikanın özürlülük boyutunda ilk hedef “özürlülüğün entelektüel eğitimi” (Learning disability) bağlamını içermektedir. Özürlülük son derece dinamik bir yapı yanında kendi içinde önemli farklılıklar barındıran bir nitelik taşımaktadır. Bu durumun kavranabilmesi ilk önce bilgi boyutunda sorunun çözümlenmesini gerekli kılmaktadır ve sosyal politikanın özürlülüğün eğitimi üzerine kurulması bu anlamı taşımaktadır. Ülkemizde henüz ağır özürlülük, psikolojik özürlülük gibi alanlarda farkındalık oluşturulamamıştır.

Toplum Temelli Rehabilitasyon

Özürlülük konusunda kuşatıcı yaklaşımların başında Toplum Temelli Rehabilitasyon çalışmaları gelmektedir. Yerel İdarelerin güçlendiği ve toplumsal sorunlar açısından da etkinleştiği ülkemizde TTR, yerel yönetimlerin özürlülük konusunda gerçekleştirebilecekleri önemli bir uygulama modelini temsil etmektedir.

Toplum Temelli Rehabilitasyon , dünyada uygulanmaya başladığı dönemden günümüze kadar belli bir olgunluk seviyesi elde etmiştir.

Toplum Temelli Rehabilitasyonun genel yapısı halk seviyesinde elde edilen tüm ölçümlerin nasıl kullanılacağı ve bunlarla nasıl kaynak oluşturulacağını kapsamaktadır. 1980’lerin başında UNICEF dünyanın en fakir ülkelerinde aktif bir şekilde TTR Programlarına destekte bulundu. Bu destek daha çok özürlü çocuklar üzerinde yoğunlaştı ve çoğu genel sağlık servisi ve organize sosyal hizmetler şeklinde gerçekleşti.

Özürlü çocukların temel sorunları, onlar kasabalarda da kırsal kesimde de yaşasalar aynıdır. Fakir çocukların büyük bir çoğunluğu ve doğal olarak özürlü çocuklar kırsal kesimde yaşadığından, çoğunluk yine kırsal kesimde ve fakir şehir sakinlerinde olacaktır. Bu çocuklar için, bu duruma en gerçekçi yaklaşım halk rehabilitasyonudur. David Werner özürlü çocukların sorunlarına çözüm üretmenin toplumsal kalkınma politikasında yüksek bir önceliği olması gerektiğini savunur.

“Halk ve çocuk rehabilitasyonu olmadan, özürlü çocuğun mutsuz, işsiz ve muhtemelen tamamen bağımlı bir birey olması olası. Rehabilitasyonla birlikte, aynı çocuk daha başarılı, daha bağımsız ve topluma aktif bir şekilde katkıda bulunabilen bir birey haline gelecek.” (Werner, 1986).

Dünya Sağlık Örgütü’nün kilometre taşı olan “Özürlü insanların halk arasında eğitilmesi” kılavuzunun yazarlarından biri olan Dr. Helander, Cenevre’de düzenlenen “Dış Kaynaklı Gelirlerle Beslenen Rehabilitasyon Programlarının Koordinasyonu Forumu”nda kendi tanımını sunar; TTR, hizmet dağılımını geliştirmeyi, daha eşit fırsatlar sağlamayı ve özürlü insanların haklarını iyileştirmeyi ve korumayı amaçlayan bir stratejidir. Bu toplumun her sınıfının tam ve koordine çabasını gerektirir. Aynı zamanda ilgili tüm sektörlerin (eğitim, sağlık, yasama, sosyal ve meslek) bu yolda bütünleştirilmesinin yollarını arar ve özürlünün tam temsil ve yetki gücünü amaçlar. Programın amacı bir değişim yaratmak, yardıma muhtaç tüm özürlülere ulaşmayı sağlayacak bir sistem geliştirmek ve her ülkede kaynakların gerçekçi ve makul bir kısmını kullanarak ilgili hükümetleri ve halkı bilinçlendirmektir.

TTR Programının başarısı planlama aşamasında analiz edilmesi gereken bir takım etkenlere dayanmaktadır. TTR’yi eğitim, sağlık hizmetleri, bütünleşmiş toplumsal kalkınma üzerinden ya da herhangi bir organizasyon üzerinden başlatsanız da, profesyonellerin yine de önemli bir rol oynaması gerekmektedir.

Doksanlı yıllarda, Toplum Temelli Rehabilitasyondaki vurgu tıbbi rehabilitasyon ve bireyin yeniden yapılanmış işlevinden toplumdaki özürlü bireyin sosyal bütünleşmesiyle ilgili olarak bağlamsal etkenlerin kullanımına kaydı. Benzer olarak halk içinde yeniden yapılandırıcı terapiler yerine, müdahalelerin odağı özürlü kişilerin insan haklarına, özürlü ailelerin kendi kendine yardım gruplarının geliştirilmesin ve halktaki özürlü olmayan insanların genel tutumundaki değişime kaydı.

Toplum Temelli Rehabilitasyon en başından beri gelişmekte olan ülkelerde rehabilitasyona uygun bir yaklaşım olarak teşvik edildiği için halk katılımı bu program için önemli bir bileşen olarak görülmüştür. Proje kapsamında, tam bir toplumsal sorumluluk kavramı ortaya atılırken karşımıza çıkacak zorlukları hatırda tutmak halk katılımının niye gerekli olduğunu açıklamaktadır.

Toplum Temelli Rehabilitasyon Programı kapsamında, özürlü insanlar ve onların ailelerinden oluşan marjinal gruplar motive edilmeli ve ayrıca daha katılımcı bir gelişme modeli yakalamak, halkın bazı sorumluluklar üstlenmeye başlaması ve ileriki aşamalarda rehabilitasyon programının büyük bir kısmının sorumluluğunu yüklenebilmesi için halk harekete geçirilmelidir. Burada ilk birim özürlü ailesidir. Özürlü çocuk ana-babalarının statüsü pasif alıcılardan aktif tüketicilere yükseldikçe TTR Programı kapsamındaki ana-baba-profesyonel ilişkisinin sorunlarını da daha karmaşık hale gelmektedir. Ana-babaların ortak olarak bu girişime karışmaları hem programı sağlamlaştıran hem de program bittikten sonra bile kalıcı etkileri olan sürekli bir sistem oluşmasını sağlamaktadır (Bronfenbrenner, 1974).


Bibliyografya


Alberley, P.(1987) ‘The concept of Oppression and the Develeopment of a Social Theory of Disability’, disability, Handicap and Society, 2 (1), 5-19.

Alberley, P.(1996) Work, Utopia and impairment, in L.Barton,ed., disability, and Society:Emerging Issues and Insights, London: Longman.

Albrecht, G.(1976) The Sociology of Physical Disability and Rehabilitation, Pittsburgh: The University of Pittsburgh Press.

Albrecht, G.(1992) The Disability Business: Rehabilitation in America London: Sage.
Alderson, Priscilla. 2001. "Down's Syndrome: Cost, Quality and Value of Life." Social Science and Medicine 53: 627-638.
Barnes, C.(1991) Disabled People in Britain and Discrimination, London: Hurst and Co., in association with the British Council of Organisations of Disabled People.

Barnes, C.(1992) Disabled İmagery and the Media: An Exploration of Media Representations of Disabled People, Belper: British Council of Organisations of Disabled People.

Barnes, C.(1996b)’ The social Model of Disability: Myths and Misrepresentations’, Coalition, August, 25-30.

Barnes, C.(1996c) ‘What Next? Disability, the 1995 Disability Discrimination, Act and the Campaign for Disabled People’s Rights’, The Skill Journal, 55,7-10.

Barnes, C. And Mercer, G., eds.(1997) Doing Disability Research, Leeds: The Disability Press.
Barnes, Colin, Geof Mercer and Tom Shakespeare. 1999. Exploring Disability: A Sociological Introduction. Malden, MA: Blackwell.
Barton, Len. "Sociology, Disability Studies and Education: Some Observations." Pp. 53-64 in The Disability Reader: Social Science Perspectives, edited by Tom Shakespeare. London and New York: Cassell.
Barton, L., ed (1989b) İntegration: Myth or Reality, Lewes: Falmer Press.

Barton, L.(1996) Sociology and Disability: Some Emerging Issues’, in L. Barton, ed., Disability and Society: Emerging Issues and Insights, London: Longman.

Barton, L. And Oliver, M., eds. (1997) Disability Studies: Past, Present and Future, Leeds: The Disability Press.
Bellah, Robert N., Richard Madsen, William Sullivan, Ann Swidler and Steven M. Tipton. 1985. Habits of the Heart: Individualism and Commitment in American Life. Berkeley: University of California Press.
Berger, Peter L. and Thomas Luckmann. 1966. The Social Construction of Reality: A Treatise in the Sociology of Knowledge. Garden City, NY: Doubleday.
Blumer. Herbert. 1971. "Social Problems as Collective Behavior." Social Problems 18: 298-306.
Brisenden, Simon. 1998. "Independent Living and the Medical Model of Disability." Pp. 20-27 in The Disability Reader: Social Science Perspectives, edited by Tom Shakespeare. London and New York: Cassell.
Bumiller, Elisabeth. 2000. "Council Urged to End a Most Sinister Bias." The New York Times June 22: B-4. Callahan, Daniel. 2001. "Defending the Sanctity of Life Society." Society 38: (5) 253 16-19.
Blaxter, M. (1976) The Meaning of Disability, London: Heinemann.

Borsay, A.(1986) Disabled People in the Community, London: Bedford Square Press.

Brisenden, S,(1990a) İndependent Living: A Case of Human Rigths’, in R. Rieser and M.Mason, eds., Disability Equality in the Classroom: A Human Rigths Issue, London: Inner London Education Authority.

Bury, M.(1991) ‘The Sociology of Chronic Illness: A Review of Research and Prospects’, Sociology of Health and Illness, 13(4), 451-68.

Bury, M.(1992) ‘Medical Sociology and Chronic Illness: A Comment on the Panel Discussion’, Medical Sociology News, 18 (1),29-33.

Bury, M.(1996a) ‘Disability and the Myth of hte Independent Researcher: A Reply’, Disability and Society, 11(1), 111-13

Campbell , J. And Oliver, M. (1996) Diability Politics: Understanding Our Past, Changing Our Future, London: Routledge.

Chappell, A.L. (1992) ‘ Towards a Sociological Critique of the Normalisation Principle’, Disability, Handicap and Society, 7(1),35-53.
Charlton, James I. 1998. Nothing About Us Without Us. Berkeley, Los Angeles, London: University of California Press.
Clegg, Roger. 1999. "The Costly Compassion of the ADA." The Public Interest 136: 100-112. Conrad, Peter. 2001. "Off Target." Society 38: (5) 253 33-35.
Cooper, Margaret. 1999. "The Australian Disability Rights Movement Lives" Disability and Society 14: 217-226.
Crewe, Nancy M. and Arthur Harkins. 1983. "The Future of Independent Living." Pp. 327-343 in Independent Living for Physically Disabled People, edited by Nancy Crewe, Irving Kenneth Zola and Associates. San Francisco, Washington, London: Jossey- Bass.
Crewe, Nancy M., Irving Kenneth Zola and Associates. 1983. Independent Living for Physically Disabled People. San Francisco, Washington, London: Jossey-Bass.
Dalley, G.(1991b) ‘Disability and Social Policy’, in G.Dalley, ed., Disability Social Policy, London: Policy Stadies Institute.

Davis, K.(1990) Activating the Social Model of Disability: The Emergence of the Seven Needs, Derby: Derbyshire Coalition of Diaabled People.
DeJong, Gerben. 1983. "Defining and Implementing the Independent Living Concept." Pp. 4-27 in Independent Living for Physically Disabled People, edited by Nancy Crewe, Irving Kenneth Zola and Associates. San Francisco, Washington, London: Jossey- Bass.
De Swann, A.(1990) The Management of Normality, London: Routledge. DfEE (1998) Excellence for All Children. Meeting. Meeting Special Educational Needs, Cm. 3785, London: HMSO.

Doyle, B. (1995) Disability, Discrimination and Equal Opportunities: A Comparative Study of the Employment Rights of Disabled Persons, London: Mansell.

Doyle, B. (1996) Disability Discrimination: The News Law, London: Jordan.

Emerson, E.(1992) ‘What is Normalisation?’, in H.Brown and H.Smith, eds., Normalisation: A Reader for the Nineties, London: Tavistock.
Ells, Carolyn. 2001. "Lessons about Autonomy from the Experience of Disability." Social Theory and Practice 27: 599- 615.
Frieden, Lex. 1983. "Understanding Alternative Program Models." Pp. 62-72 in Independent Living for Physically Disabled People, edited by Nancy Crewe, Irving Kenneth Zola and Associates. San Francisco, Washington, London: Jossey-Bass.
Fuller, Richard and Richard Myers. 1941. "The Natural History of a Social Problem." American Sociological Review 6: 320-328.
Finkelstein, V.(1993b) ‘Disability: A Social Challenge or an Administrative Responsibility?, in J. Swain, V.Finkelstein, S. French and M. Oliver, eds., Diabling Barriers- Enabling Environments, London: Sage, in association with the Open University.

Gartner, A.and Joe, T., eds.(1987) Images of the Disabled, Disabling Images, New York: Praeger.

Gooding, C. (1994) Disabling Laws: Enabling Acts, London: Pluto.

Gooding, C. (1996) Disability Discrimination Act 1995, London: Blackstone Press.
Goffman, Erving. 1965. Stigma: Notes on the Management of Spoiled Identity. Englewood Cliffs, NJ: Prentice Hall.
Gottlieb, Nanette. 2001. "Language and Disability in Japan." Disability & Society 16: 981-995.
Groce, Nora Ellen. 1985. Everyone Here spoke Sign Language: Hereditary Deafness on Martha's Vineyard. Cambridge, MA and London: Harvard University.
Hahn, H.(1985) ‘Towards a Politics of Disability: Definitions, Disciplines and Policies’, Social Science Journal, 22 (4), 87-105.
Hahn, Harlan. 1988. "Can Disability Be Beautiful." Social Policy 18: 26-32.
Hollins, Kathryn. 2000. "Between Two Worlds: The Social Implications of Cochlear Implantation for Children Born Deaf." Pp. 180-195 in Jane Hubert [Ed], Madness, Disability and Social Exclusion: The Archaeology and Anthropology of 'Difference'. London: Routledge.
Hunt, Paul. 1998. "A Critical Condition." Pp. 7-19 in The Disability Reader: Social Science Perspectives, edited by Tom Shakespeare. London and New York: Cassell.
Hayashi, Reiko and Masako Okuhira. 2001. "The Disability Rights Movement in Japan: Past, Present and Future." Disability and Society 16: 855-869.
Hudges, B.and Paterson, K.(1997) ‘The Social Model of Disability and the Disappearing Body: Towards a Sociology of İmpairment’, Disability and Society,12(3), 325-40.

Humphries, S. And Gordon, P.(1992) Out of Sight: The Experience of Disability 1900-1950, London: Northcote House.

Ingstad, B. And Whyte, S.R., eds.(1995) Disability and Culture, Berkeley, CA.: University of California Press.

Jenkins, R.(1991) ‘Disability and Social Stratification’, British Journal of Sociology, 42 (4), 557-80.
Jayasooria, Denison. 1999. "Disabled People: Active or Passive Citizens: Reflections from the Malaysian Experience." Disability and Society 14: 341-352.
Kasnitz, Devva and Russell Peter Shuttleworth. 1999. "Engaging Anthropology in Disability Studies." Position Papers in Independent Living and Disability Policy 1: 1-34.
Kassenbaum, Gene G. and Barbara O. Baumann. 1965. "Dimensions of the Sick Role in Chronic Illness." Journal of Health and Human Behavior 6: 16-27.
Keiser, Lael R. 1999. "State Bureaucratic Discretion and the Administration of Social Welfare Programs: The Case of Social Security Disability." Journal of Public Administration Research and Theory 9: 87-106
Koppleman, Loretta M. 1996. "Ethical Assumptions and Ambiguities in the Americans with Disabilities Act." The Journal of Medicine and Philosophy. 21: 187-208.
Lane, Harlan. 1992. The Mask of Benevolence: Disabling the Deaf Community. New York: Knopf.
Linton, S.(1998a) ‘Disability Studies: Not Disability Studies’, Disability and Society, 13 (4), 525-41.
Marzano-Parisoli, Maria Michela. 2001. "Disability, Wrongful-Life Lawsuits, and Human Difference: An Exercise in Ethical Perplexity." Social Theory and Practice 27: 637-659.
Mauss, Armand L. 197. Social Problems as Social Movements. New York: Lippincott.
Michener, H. Andrew and John D. DeLamater. 1999. Social Psychology, 4th ed. Fort Worth, TX and Orlando, FL: Harcourt, Brace.
National Council on Disabilities. 1997a. "Assisted Suicide: A Disability Perspective." Washington D. C. Report of the National Council on Disabilities, March 24, 1997. 5 May, 2000 .
National Council on Disabilities. 1997b. "Equality of Opportunity: The Making of the Americans with Disabilities Act." Washington D. C. Report of the National Council on Disabilities, July 2, 1997. 28 April 2000 .
National Council on Disabilities. 1999a. "Disability Rights Update." NCD Bulletin. June 1999. 4 June, 2002 .
National Council on Disabilities. 1999b. "Work Incentives Update." NCD Bulletin. December 1999. 15 May, 2000 .
National Council on Disabilities. 2000. "Back to School on Civil Rights." Washington D. C. Report of the National Council on Disabilities, January 25, 2000. 28 April, 2000 .
National Council on Disabilities. 2002a. "Executive Summary: Promises to Keep: A Decade of Federal Enforcement of the Americans with Disabilities Act." Washington D.C. Report of the National Council on Disabilities 2 June 2002 .
National Council on Disabilities. 2002b. "Civil Rights Update." NCD Bulletin. March 2002. 4 June, 2002 .
National Council on Disabilities. 2002c. "Supreme Court Decisions Interpreting the Americans with Disability Acts." Washington D.C. Report of the National Council on Disabilities March 8, 2002. 3 June, 2002. .
National Council on Disabilities. 2002d."Chart: Supreme Court Decisions Interpreting the Americans with Disability Acts." Washington D.C. Report of the National Council on Disabilities March 8, 2002. 4 June, 2002. .
National Council on Disabilities. 2002e. "News Release, 6/10/02." 10 June, 2002 .
Newell, Christopher. 1999. "Encountering Oppression: the Emergence of the Australian Disability Rights Movement." Social Alternatives 18:47-52
Oliver, M. (1986) ‘Social Policy and Disability: Some Theoretical Issues’, Disability, Handicap and Society, 1(1),5-18.

Oliver, M. (1996a) Understanding Disability: From Theory to Practice, London: Macmillan.

Oliver, M. (1996b) ‘A Sociology of Disability or a Disablist Sociology?’, in L.Barton , ed., Disability and Society: Emerging Issues and Insights, London: Longman.

Oliver, M.and Zarb, G. (1989) ‘The Politics of Disability: A New Approach’, Disability, Handicap and Society. 4(3), 221-40
Parsons, Talcott. 1951. The Social System. Free Press: Glencoe, IL.
Perrow, Charles. 1986 (3rd ed.). Complex Organization: A Critical Essay. New York: Yale University Press.
Pfeiffer, David. 1994. "The Americans with Disabilities Act: Costly Mandates or Civil Rights?" Disability and Society 9: 533- 542.
Reindal, Solveig Magnus. 1999. "Independence, Dependence, Interdependence: Some Reflections on the Subject and Personal Autonomy." Disability & Society 14:,353-367
Rioux, Marcia H. 1994. "New Research Directions and Paradigms: Disability is Not Measles." Pp. 1-7 in Disability is Not Measles: New Research Paradigms in Disability, edited by Marcia H. Rioux and Michael Bach. North York, Ontario: Roeher Institute.
Robertson, Barbara A. 1998. "Disability Community and Pride." Pp. 30-35 in Syllabi and Instructional Materials for Teaching Sociology of Disabilities edited by Lynn Schlesinger and Diane Taub. Washington D.C.: American Sociological Association.

Safilios- Rorthschild, C.(1970) The Sociology and Social Ppsychology of Disability and Rehabilitation, New York: Random House.
Shapiro, Joseph P. 1993 [1981]. No Pity: People with Disabilities Forging a New Civil Right Movement. New York: Times Book Random House.
Singer, Peter. 2001. "Changing Ethics in Life and Death Decision Making." Society: 38 5 (253): 9-15
Slater, Philip. 1971. The Pursuit of Loneliness. Boston: Beacon Paperbacks.
Smith, Steven R. 2001. "Distorted Ideals: The `Problem of Dependency' and the Mythology of Independent Living." Social Theory and Practice 27: 579-598.
Spector, Malcolm and John I. Kitsuse. 1977. Constructing Social Problems. Menlo Park, CA: Cummings.
Stone, D.A.(1985) The Disabled State, London: Macmillan.
Tate, Denise Galluf and Thomas A. Lee. 1983. "Learning from Methods Used in Other Countries." Pp. 88-112 in Independent Living for Physically Disabled People, edited by Nancy Crewe, Irving Kenneth Zola and Associates. San Francisco, Washington, London: Jossey-Bass.
Turner, Ralph H. 1969. "The Theme of Contemporary Social Movement." British Journal of Sociology 20: 390-405.
Union of the Physically Impaired Against Segregation (UPIAS). 1976. Fundamental Principles of Disability. London: Union of the Physically Impaired Against Segregation.
Urdang, Laurence (ed.). 1968. Random House Dictionary of the English Language: College Edition. New York: Random House.
Varela, Rita A. 1983. "Changing Social Attitudes and Legislation Regarding Disability." Pp. 28-48 in Independent Living for Physically Disabled People, edited by Nancy Crewe, Irving Kenneth Zola and Associates. San Francisco, Washington, London: Jossey-Bass.
Vehmas, Simo. 1999. "Discriminative Assumptions of Utilitarian Bioethics Regarding Individuals with Intellectual Disabilities." Disability & Society, 1999 14:37-52.
Watson, Sara D. 1993. "An Alliance at Risk: The Disability Movement and Health Care Reform."The American Prospect no. 12: 1-8 2/28/00 .
West, Jane. 1996. "Editor's Note." p. 4 in Implementing the Americans with Disabilities Act, edited by Jane West. Cambridge, MA: Blackwell.
Williams, Gareth. 1998. "The Sociology of Disability: Towards a Materialist Phenomenology." Pp. 234-244 in The Disability Reader: Social Science Perspectives, edited by Tom Shakespeare. London and New York: Cassell.
Zola, Irving, Kenneth. 1982 . "Social and Cultural Disincentives to Independent Living." Archives of Physical Medicine and Rehabilitation 63: 394-397.
Zola, Irving, Kenneth. 1983. "Developing New Self-Images and Interdependence." Pp. 49-59 in Independent Living for Physically Disabled People, edited by Nancy Crewe, Irving Kenneth Zola and Associates. San Francisco, Washington, London: Jossey-Bass.